Atatürk’ü düelloya davet eden adam
Kurtuluş Savaşı’nın en sıkıntılı zamanlarıydı. Parasızlıktan Atatürk’ün sofrasında bile tek çeşit yemek çıkıyor, sofradan herkes yarı aç yarı tok kalkıyordu. Bu nedenle yemek sırasında iştah kapatması için sigara içmek bir alışkanlık halini almıştı.
O akşam Atatürk’ün arkadaşlarına bir sürprizi vardı. Yemekten sonra irmik helvası yenecekti. Sofranın müdavimlerinden Alfred Rüstem Bey, bundan habersiz yemek bitince bir sigara yaktı. Bunun üzerine Atatürk:
- Acele etmeyin Rüstem Bey, yemek devam edecek, dedi.
Bu uyarı, alıngan bir kişiliğe sahip olan Rüstem Bey’in ağırına gitmişti. Hiddetle:
- Yemek arasında hep sigara içilirken bugün neden müsaade almama lüzum görüyorsunuz, diyerek sofrayı terk etti.
Herkes donmuştu. Mazhar Müfit (Kansu) arkasından giderek ona helva sürprizini, Atatürk’ün iştahı kapanmasın diye ona bu uyarıda bulunduğunu anlattıysa da ikna edemedi. Halen öfke içinde olan Ahmet Rüstem:
- Paşa 15 kişilik sofrada beni aşağıladı. Bu işin şakası yok. Şerefimi korumak için Paşa’yı düelloya davet etmek zorundayım,” dedi.
Mazhar Müfit şaşkınlık içindeydi:
- Delirdin mi, Paşa’yı öldürmek mi istiyorsun? deyince, Ahmet Rüstem:
- Hayır, ona zarar vermeyeceğim. Ama o beni yaralayacak ya da öldürecek. Böylece şerefimi korumuş olacağım. Silahı Paşa seçsin, dedi.
Mazhar Müfit, gülerek sofraya döndü. Düello davetini aktarınca, Atatürk bir kahkaha atarak:
- Peki, o zaman düello silahı olarak süpürge sopasını seçiyorum, dedi.
Bu olay, Milli Mücadele’nin önde gelen isimlerinden biri olan ve İstanbul tarafından Atatürk’le birlikte idama mahkûm edilen Ahmet Rüstem Bey’de kırgınlığa yol açtıysa da, onu davadan döndürmedi. Ama inatçı kişiliği nedeniyle, bir daha da Atatürk’ün sofrasına oturmadı.
5 Haziran 1926
Ankara Antlaşması ile Musul Irak’a bırakıldı
Musul vilayeti, Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmadan önce Osmanlı Devleti’nin bir parçasıydı. Ancak ateşkesten hemen sonra İngilizler, Musul’daki sivil Hıristiyanların tehdit altında olduğunu iddia ederek Türk birliklerinin Musul’dan çıkmasını talep ettiler. Bölgedeki Ali İhsan Sabis Paşa bu isteği önce reddettiyse de, İstanbul hükümetinin talimatıyla 15 Kasım 1918’de kenti İngilizlere terk etti.
Musul, Mondros’tan önce Osmanlı toprağı olduğundan, Misak-ı Milli sınırları içinde yer alıyordu; yani, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin hak talep ettiği bir bölgeydi.
Bu nedenle Musul konusu, Lozan Konferansı sırasında sert tartışmalara yol açtı. Türkiye ve İngiltere’nin bu konudaki ısrarı nedeniyle görüşmeler çıkmaza girdi. Bunun üzerine Musul meselesinin konferans sonrasında iki ülke arasında ayrıca ele alınmasına karar verildi. 1924’te başlayan ikili görüşmeler de sonuç vermeyince, konu Milletler Cemiyeti’ne taşındı. Fakat İngiltere’nin siyasi ağırlığı nedeniyle karar Türkiye’nin aleyhine neticelendi.
Türkiye karara itiraz etti ve İngilizlerle görüşmeler yeniden başladı. Konunun İngiltere ile Türkiye arasındaki barışı tehlikeye sokacak bir noktaya gelmesi üzerine, verilen tavizle 5 Haziran 1926’da Ankara Antlaşması imzalandı. Antlaşma ile Musul ve Kerkük İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakılıyor, Irak ise bölgeden elde ettiği petrol gelirinin yüzde 10’unu 25 yıl süreyle Türkiye’ye vermeyi taahhüt ediyordu.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti açısından nihai barışın tesis edilmesine yönelik son pürüz de giderilmiş oldu, fakat Misak-ı Milli içinde yer alan bir toprak parçası kaybedildi.
4 Haziran 1933
“İnkılap” hakkında
Atatürk, 4 Haziran 1933’te kendi el yazısı ile inkılabı şöyle tarif ediyor:
"İnkılap, mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır. "
Atatürk, 1925 yılında Türk inkılabının temel prensiplerini ise şöyle ortaya koyuyordu:
"Hakiki inkılapçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılabına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime sızmasını bilirler. Bu münasebetle şunu da ifade edeyim ki, Türk milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi, sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir. Sizsiniz. Bu yatkınlık ve gelişme mevcut olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret kâfi gelemezdi...
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün mana ve biçimiyle medeni bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılaplarımızın temel prensibi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihniyetlerde mevcut uydurma hikâyeler tamamen kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa gerçek nurları yerleştirmek imkânsızdır."
3 Haziran 1933
Sümerbank kuruldu
Kurtuluştan sonra devleti yeniden kurma çabaları arasında ön planda ele alınan konulardan biri de ekonomik kalkınmaydı. Atatürk, elde edilen bağımsızlığın sürekliliğini sağlayabilmenin ancak ekonomik gelişmeyle mümkün olabileceğini düşünüyordu. Oysa Cumhuriyet’in Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldığı ekonomik miras hiç de iç açıcı değildi. Büyük bir çoğunluğu yabancıların veya onların temsilcilerinin elinde olan sanayi tesislerinin çoğu savaşlar nedeniyle kapanmış ya da hasar görmüştü. Yerli özel sermaye yoktu. Yetişmiş insan gücü de savaşlarda kaybedilmişti.
Bu nedenle, devlet eliyle yürütülecek bir sanayi programı hazırlandı. Genç Türkiye’nin sanayileşmesini sağlamak, temel alanlarda halkın gereksinimlerini karşılamak ve ülkenin her bölgesine iş ve aş götürmek üzere tasarlanan projelerin başında, “Sanayide Devlet” sloganıyla anılan Sümerbank geliyordu.
Sümerbank’ın kurulmasına dair kanun 3 Haziran 1933’te TBMM’de kabul edildi. Adını bizzat Atatürk’ün koyduğu Sümerbank 11 Temmuz’da resmen faaliyete geçtiğinde, ülkede Osmanlı’dan gelen sadece dört fabrika bulunuyordu. Kalkınma hamlesinin bir simgesi olan Sümerbank, büyük bir yatırım seferberliğiyle tekstil, deri, boya, kimya, halı, porselen, demir-çelik, selüloz-kâğıt ve çimento sektörlerinde çok sayıda sanayi tesisi kurdu. Kısa süre içerisinde açtığı 58 adet büyük ölçekli işletme, 500’ü aşkın mağaza (Yerli Mallar Pazarları) ve 49 şubeli bankasıyla, Türkiye’nin kalkınmasında önemli bir rol üstlendi.
1987 yılında özelleştirilen Sümerbank, 1999 yılında TMSF’ye devredilmiş ve 2001 yılında satışı tamamlanarak özel sektöre geçmiştir.
2 Haziran 1938
Yüzellilik Refik Halit’ten Atatürk’e övgü
Milli Mücadele aleyhine faaliyet gösterdikleri gerekçesiyle Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yurtdışına sürgün edilen 150 kişilik grup, yıllar sonra 1938’de affedildi. “Yüzellilikler” olarak anılan listede yer alan isimlerden biri de yazar Refik Halit Karay’dı. Refik Halit, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’da Posta-Telgraf Müdürü olarak görev yaptığı sırada Atatürk’ün telgraflarını engellemekten suçlu bulunmuştu. Refik Halit, yıllar sonra bu davranışının aslında, Atatürk’ün İttihat ve Terakki geçmişinden kaynaklanan bir yanlış anlama olduğunu itiraf edecekti.
Yıllarca Beyrut ve Halep’te yaşayan Refik Halit, af haberini alınca, 2 Haziran 1938 tarihli Tan gazetesinde Atatürk’e teşekkür mahiyetinde bir yazı kaleme aldı. Refik Halit, yeni Türkiye’ye duyduğu merakı ve sevincini şöyle dile getiriyordu:
"Dönüş sevinci katmerlidir.
Sevgili yurdumu ne halde bıraktım? Nasıl bir harika ile karşılaşacağım?
Dumanı yaslı tüten bir fabrika bacası tanırdım: Zeytinburnu…
Ankara’da tek bina Taşhan’dı.
Bankalarda dilimiz ötmez, şirketlerde sözümüz sökmezdi.
Trende Türkçemi Rumlaştırmadan biletçiye meram anlatamazdım.
Tokatlıyan’da Frenkçe söylemezsem, garsona dilediğimi kolayca yaptıramazdım.
Plajlarımızda yüzen yabancılara kıyıdan korkarak bakar, Avrupa’dan dönerken hudutta şapkamı pencereden atardım.
Memlekette toprağın kurusu bizim, yaşı elindi.
Bıraktığım haldeki bu vatan yerine istiklal ve mucize ülkesine kavuşmaktan duyduğum heyecan içinde şu yaşımda ağlar güler ilan bebeklerine döndüm.
Mütemadiyen tekrarladığım söz: Yaşa Atatürk, beni gurbette de göğsümü kabartarak yaşatan Atatürk! "
1 Haziran 1938
Savarona İstanbul’da
Adı Atatürk ile özdeşleşen Savarona yatı, 1931 yılında Emily Roebling adlı zengin bir Amerikalı kadın için inşa edilmişti. Yatın tasarımı, dönemin önde gelen deniz mühendislerinden biri olan William Francis Gibbs’e aitti. Adını Hint Okyanusu’nda yaşayan bir Afrika kuğusundan alan Savarona, 1935 yılına kadar sahibi tarafından kullanıldı. Ancak ekonomik nedenlerle 1937 yılında satışa çıkarıldı.
O sırada Atatürk’ün sağlık durumuyla ilgili bazı sorunlar baş göstermeye başlamıştı. Doktorları, deniz havasının iyi geleceğini söylüyorlardı. Atatürk’ün o güne kadar kullandığı Ertuğrul yatı ise çok yaşlıydı. 1938 yılında Türk hükümeti, Atatürk’e tahsis edilmek üzere Savarona yatına talip oldu. Ne var ki aynı sırada Almanya da Savarona ile yakından ilgileniyordu. Bunun üzerine Amiral Bristol araya girerek, yatın Almanya’ya değil, Türkiye’ye satılması için baskı yaptı ve böylece Savarona 23 Şubat 1938 tarihinde resmen satın alındı.
24 Mart’ta İngiltere’nin Southampton Limanı’nda törenle Türk bayrağı çekilen yat, teslim alındıktan sonra bakım için Hamburg’da inşa edildiği fabrikaya götürüldü. Savarona, 1 Haziran 1938 günü İstanbul’a gelerek Dolmabahçe önüne demirledi.
Atatürk, yeni yatın gelişini hevesle beklemişti. Savarona demir atar atmaz, Acar motoruyla yata gitti ve ilk iş olarak kitaplarının kamarasına taşınmasını istedi. Amacı bol bol dinlenmek ve kitaplarıyla baş başa kalmaktı. Fakat Atatürk, Savarona’da sadece 56 gün geçirebildi. İlk günler rahatsızlığı biraz hafifler gibi olduysa da, geçirdiği kriz nedeniyle 25 Temmuz gecesi Dolmabahçe’ye nakledildi ve bir daha hiç Savarona’ya dönemedi.
31 Mayıs 1919
İlk Kurşun Savaşı
Mondros Mütarekesi’nin ardından Anadolu’nun adım adım işgale uğraması birçok yerde halkın silaha sarılmasına neden olmuştu. İşgalcilere yönelik ilk kurşun, Hatay Dörtyol’un Karakese köyünde 19 Aralık 1918 günü Fransızlara karşı atıldı. 15 Mayıs 1919’da Hasan Tahsin, İzmir’e çıkan Yunan birliğine ateş açtı. Bunu takip eden günlerde de Urla ve Ayvalık’ta küçük silahlı çatışmalar meydana geldi.
Ancak Kurtuluş Savaşı’nın ilk örgütlü direnişi İzmir’in Ödemiş ilçesinde başladı. Şimdi İlk Kurşun adını alan Hacı İlyas Köyü sırtlarında 31 Mayıs 1919 günü gerçekleşen “İlk Kurşun Savaşı”, Kuvayı Milliye’nin işgale karşı verdiği ilk düzenli silahlı mücadele olarak tarihe geçti.
Ödemiş’te bıkkın ve umutsuz halkı direnişe yönlendiren kişiler, Jandarma Komutanı Yüzbaşı Tahir Bey ile Ödemiş Kaymakamı Bekir Sami Bey’di. Onların önderliğinde, gönüllü sivil ve efelerin katılımıyla oluşturulan “Yiğit Ordusu”, 31 Mayıs sabahı ilerleyen Yunan birliğinin karşısına dikildi. Birliğin komutanı Ali Orhan (İlkkurşun), birliğindeki efelerin nasıl cesurca savaştıklarını şöyle anlatır:
"Kayıkçıoğlu (Molla) Hüseyin’in müfrezesi düşman avcı hatlarının önüne dikildi ve ayakta ateş etmeye başladı. Üstün kuvvetlere karşı araziye yapışarak savaşmak, en basit muharebe usullerindendir. Fakat hayatı maceralarla, destanlarla dolu olan Kayıkçı, aslan yapısıyla bu usule bir türlü boyun eğmiyordu. Onun 30 arkadaşıyla birlikte düşmana doğru ilerleyişi görülmeye değer bir heybet manzarası idi. "
Çarpışmalar gün boyunca sürdü. Gösterdiği kahramanca mücadeleye karşın “Yiğit Ordusu”, Yunanlıların donanımlı birliklerine fazla direnemeyerek geri çekilmek zorunda kaldı. Yunanlılar ise beklemedikleri bu direnişin intikamını Hacı İlyas köyünü yakarak aldılar. Ancak Kuvayı Milliye kıvılcımı çakmış, önü alınamayacak olan direniş başlamıştı.
29 Mayıs 1936
Türk Bayrağı Kanunu kabul edildi
Türk bayrağının şekli, yapımı ve korunması ile ilgili kuralları belirleyen Türk Bayrağı Kanunu 29 Mayıs 1936’da kabul edildi. Bu yasanın hikâyesini, Atatürk’ün Sofrası kitabının yazarı Hikmet Bil şöyle anlatır:
"Bir gece, sofrada biri kalktı:
- Bayrağımızı da değiştirelim. Ay yıldız, geri kalmış bazı ülkeler tarafından da alındı. Böylece onlarla ilişkimiz olmadığını gösteririz, dedi.
Atatürk, bu konuda ne düşündüklerini başka misafirlerine de sordu. Öneriye katılanlar oldu. Bir başkası:
- Ay yıldızlı bayrağı yapmak çok zor. Hele yabancılar hiç beceremiyorlar. Acayip bayraklar takarak bizi gülünç edebiliyorlar, dedi.
Bir diğeri de:
- Zaten ay yıldızlı bayrak ancak yüz elli yıllık bir geçmişe sahiptir. Bizim ta Selçuklulardan beri sancaklarımız düz kırmızı, düz yeşil ve ak sancaklardı, diye tarihten örnekler verdi.
Bu iddialar karşısında Hamdullah Suphi (Tanrıöver) direndi.
- Olmaz! Türk bayrağı tarihin oluşturduğu bir semboldür, değiştirilemez!
Ona başkaları da katıldı. Uzun tartışmalardan sonra Atatürk sözü aldı:
- Bayrağımız kimine göre güzel olabilir, kimine göre de modern Türkiye’ye yakıştırılmayabilir. Ama beyler, o ay yıldızlı bayrak için bugüne kadar yüz binlerce şehidimiz seve seve canını vermiştir. Önce onların aziz hatıraları için, Türk bayrağını değiştiremeyiz. Sonra da bayrağımız gerçekten güzel bir bayraktır. Türk zekâsının ve ince zevkinin bir eseridir. Hiçbir milletin bayrağı bizim bayrağımız gibi zaman içinde biçimlenerek oluşmamıştır. Onun için değiştirilmesi düşünülemez. Ama benim bu konuda önerim olacaktır. Bir kanun çıkararak bayrağımızın bundan sonra nasıl olacağını pekâlâ tespit edebiliriz.
Öyle de yapıldı ve milli bayrağımızın ölçülerini belirleyen Türk Bayrağı Kanunu çıkarıldı. "
28-29 Mayıs 1919
Havza Genelgesi
İzmir’in işgalinden sonra sırasıyla Manisa ve Aydın’ı işgal eden Yunanlılar 28 Mayıs’ta Tire’yi de işgal edip Ayvalık’a asker çıkarmaya başlayınca, Atatürk, Havza’dan tüm valilik ve kolordulara bir genelge göndererek yurt bütünlüğünün korunması için ulusal tepkinin daha canlı bir şekilde gösterilmesini istedi. Bunun için büyük ve coşkulu toplantılar düzenlenmesini talep eden Atatürk, büyük devletlerin temsilcileri ile İstanbul Hükümeti’ne de etkili telgraflar gönderilmesini istedi. Bununla birlikte işgalcilere gerekçe yaratmamak için taşkınlıklara başvurulmamasını ve Hıristiyan halka karşı düşmanca bir tutum takınılmamasını tavsiye eden Atatürk, 29 Mayıs’ta da bazı kolordu komutanlıklarına gönderdiği genelge ile askerleri, idarecilerle el ele vererek örgütlenmeleri için göreve çağırdı:
"Milletin esaretten kurtuluşu, hâkim ve bağımsız olarak topraklarımızda yaşayabilmesi, ancak azimkâr ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yoldan haklarını ve bağımsızlığını savunmaya sevk etmesi ile mümkün olacaktır. Mülkiye memurlarının güvenilir olanları ile el ele vererek bağımsızlığımızın savunulması yolunda gereken örgütün –şüphesiz gizlice– kurulmasını zorunlu sayıyorum. Bu husus, görevimiz gereği biz askerlerin vatanseverlik görevini gerektiriyor. "
Tarihe “Havza Genelgesi” olarak geçen bu bildiri ile Atatürk, hiç şüphesiz Milli Mücadele fikri etrafında yurttaşları birleştirmeyi amaçlıyordu. Kurtuluş Savaşı başlarken yayımlanan ilk genelge olarak tarihe geçen bu bildirinin sonuçlarından biri de, artık iyice rahatsızlık duymaya başlayan İngilizlerin baskısıyla Atatürk’ün İstanbul hükümeti tarafından 8 Haziran’da geri çağrılması olacaktı.
Mayıs 1919
“Bizi ancak bir adam kurtarabilir”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Çanakkale Zaferi kazanıldıktan sonra ordu yönetiminde çekememezlik nedeniyle Mustafa Kemal adının fazla dile getirilmediğini, hatta Harbiye Nezareti tarafından gazetelere Mustafa Kemal’e dair haber yapılmaması yolunda talimat gönderildiğini söyler. Bu nedenle başarıları daha çok kulaktan kulağa dolaşan Mustafa Kemal’in adı, o günlerde kamuoyunda büyük bir bilinirliğe sahip değildi.
Buna rağmen kendisini tanıyanların ondan neler beklediğini, Yakup Kadri şöyle anlatır:
"Devir, Mütareke devri. Eski Dahiliye Vekillerimizden Cemil Bey ile tedavi için gittiğimiz İsviçre’deki bir senatoryumda baş başa vermiş, memleketin hali ne olacak diye dertleşiyorduk. Cemil Bey:
- Bizi ancak bir adam kurtarabilir, o da Mustafa Kemal’dir! dedi ve onun askeri dehasını övmeye koyuldu. Ama, sözlerinin sonunda şu acı gerçeği ifade etmekten de çekinmedi:
- Fakat ortada ne ordu, ne silah, ne de varlığımızı korumaya kararlı bir devlet ve hükümet var!
Cemil Bey ile bu konuşmamızın üzerinden birkaç hafta geçti. İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmişti. Ben, Cenevre’de memlekete dönme çarelerini araştırdığım günlerde, garip ve perişan, şehir caddelerinde dolaşırken gözüm bir gazete satıcısının peykesine serilmiş gazetelerden birinin baş sayfasında kalın harflerle dizilmiş şöyle bir manşete ilişti: Mustafa Kemal adında bir general, Anadolu’da başlayan Milli Mücadele hareketinin başına geçti ve İstanbul hükümetine karşı isyan bayrağını açtı.
Bunu okur okumaz yüreğimde büyük bir ümit ışığının parladığını hissettim. Önümde kurtuluş yolunun açıldığını görür gibi oldum. "
26 Mayıs 1919
“Bizi canlı mezara atmak istiyorlar”
Havza’ya gelişinin ertesi günü şehrin bir grup ileri geleniyle görüşen Mustafa Kemal’in söylediği şu sözler, cesaret verici olduğu kadar giriştiği mücadelenin zorluklarını da ortaya koyuyordu:
"Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız, çalışacağız, memleketi kurtaracağız! Bizi öldürmek değil, canlı mezara atmak istiyorlar. Şimdi çukurun kenarındayız. Son bir cüret belki bizi kurtarabilir; zaten başka türlü de dönüş imkânı yoktur. "
Atatürk, Havza’dan sonra geçtiği Amasya’da da mücadele kararlılığını halka şu sözlerle aktarıyordu:
"Memleket elden gidiyor. Eğer düşman Samsun’a ayak basacak olursa, çarıklarımızı giyip dağlara çıkmamız, vatan toprağını son parçasına kadar savunmamız gerekecek… Hep beraber aziz vatanımızı ve bağımsızlığımızı kurtarmak için bütün gücümüzle çalışacağız! "
Onun bu sözleri, gerek Havza’da gerekse Amasya’da halkı harekete geçirdiği gibi, inanç ve cesaret aşılamıştı. Havzalılar, Atatürk’ün de hazır bulunduğu büyük bir miting düzenleyerek mücadele için yemin etmişler, Amasyalılar da şehre geldiği gün ona bağlılıklarını bildirmişlerdi.
Amasya’da Sultan Bayezid Camii’nde Müftü Abdurrahman Kâmil Efendi’nin verdiği vaaz, halkın ona duyduğu güvenin en açık göstergesiydi:
"Yegâne kurtuluş çaresi, halkın doğrudan doğruya egemenliği eline alması ve iradesini kullanmasıdır. Hep beraber Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında toplanarak vatanı kurtaracağız! "
25 Mayıs 1919
“Güneş ufuktan şimdi doğar…”
19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak bastığında, Atatürk’ün karşılaştığı manzara hiç de iç açıcı değildi. Bölgedeki Rum çeteleri, bir Pontus hükümeti kurma idealinin peşindeydi. Türklerden baskı ve eziyet gördüğünü iddia eden azınlıklar ise, şehirdeki İngiliz askerlerinden cesaret alarak keyfi bir tutum içine girmişlerdi.
İngilizler, Atatürk’ün gelişini şüpheyle karşılamışlardı. Bu nedenle attığı her adımı takip ediyorlardı. Üstelik bir oldubitti ile tutuklanma ihtimali vardı. Bu nedenle Atatürk, Samsun’da birkaç gün kaldıktan sonra karargâhını daha içerideki Havza’ya taşımaya karar verdi.
Atatürk ve beraberindeki birkaç arkadaşı, 25 Mayıs günü otomobille Havza’ya hareket ettiler. Araç eski, yollar bozuktu. Bu nedenle otomobil yolda birkaç kez arızalandı. Araçtan inen Atatürk ve arkadaşları, oturup beklemek yerine, yavaş yavaş yüremeye başladılar. Bu sırada Atatürk’ün bir marş mırıldandığı duyuldu.
Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar,
Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar.
Ona diğer arkadaşlarının da katılmasıyla Gençlik Marşı, Milli Mücadele tarihindeki özel yerini aldı.
Bu marşın melodisi, aslen İsveçli besteci Felix Körling’in ormanları konu alan bir şarkısına aitti. Stockholm’e gittiği zaman şarkıyı duyup çok beğenen Mektebi Sultani hocalarından Selim Sırrı (Tarcan), döndükten sonra bunu Türkçeleştirmek için öğretmen arkadaşı Ali Ulvi Elöve’den yardım istedi. Marş, ilk olarak 1915-1916 ders yılında okundu ve öğrenciler tarafından çok sevildi. Atatürk ve silah arkadaşlarının Havza yollarında söylediği marş, Cumhuriyet’in ilanından sonra da okullarda ve askeri birliklerde yaygın olarak kullanıldı. 1938’de ise “Gençlik ve Spor Bayramı Marşı” olarak kabul edildi.
23 Mayıs 1919
Sultanahmet Mitingleri
Yunan birliklerinin 15 Mayıs’ta İzmir’e çıkması Türkiye’nin birçok yerinde protesto gösterilerine yol açarken, İstanbul’da da Türk Ocağı ve Karakol Cemiyeti gibi örgütlerin öncülüğünde 19 Mayıs’ta Fatih’te, 20 Mayıs’ta Üsküdar’da ve 22 Mayıs’ta Kadıköy’de mitingler düzenlendi. En kalabalık miting ise 23 Mayıs 1919 günü Sultanahmet Meydanı’nda gerçekleştirildi. Bu tarihten sonra Sultanahmet’te üç miting daha yapıldı ve 150-200 bin kişinin katıldığı bu toplantılar “Sultanahmet Mitingleri” adıyla tarihe geçti.
Elliden fazla cemiyetin katkısıyla gerçekleştirilen ilk Sultanahmet Mitingi, kentin o güne kadar görmediği bir kalabalığa sahne oldu. “Türk hürdür, esir olamaz”, “Müslüman ölmez ve öldürülemez” gibi pankartların açıldığı mitingde, işgali protesto için Türk bayrakları siyah tüllerle örtüldü; Sultanahmet Camii önündeki kürsü de siyah bezlerle kaplandı.
Kürsüye önce şair Mehmet Emin (Yurdakul) çıktı. Ardından, mitingin en ateşli konuşmasını yapan Halide Edip’in (Adıvar) haykırdığı şu sözler, mitinge katılanlar üzerinde derin bir tesir yarattı:
"Kardeşlerim, evlatlarım!
Ruhu göklerde olan yedi yüz senelik şanlı tarihimiz bu minarelerden bugün Osmanlı tarihinin faciasını izliyor. Bu muazzam, bu tarihi meydanda, zafer alayları tertip eden ecdadımızın ruhu bizi seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren namağlup Müslüman tarihinin bedbaht bir kızıyım. Bugün de dünkü kadar kahraman ve talihsiz Türk milletinin anasıyım. Millet namına, ecdadımızın bizi seyreden ruhlarına yemin ediyorum. Bugün kolları kesilmiş olan Türk’ün kalbi, eski cesaret ve gücünü kaybetmemiştir. Yemin ediyorum ki, Osmanlı sancağına, tarihine hıyanet etmeyeceğim."
22 Mayıs 1930
Rukiye Hanım’ın düğünü
Atatürk’ün manevi evlatlarından Rukiye Hanım, 22 Mayıs 1930 günü Jandarma Yüzbaşısı Hüsnü (Erkin) Bey’le evlendi. Ankara Belediyesi’nde nikâhları kıyılan çifte, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) şahitlik etti.
Atatürk, hayatı boyunca toplam on çocuğu evlatlık edinmiş ya da himayesine almıştır. Bunlardan biri olan Rukiye Hanım, Atatürk’ün kendisini nasıl manevi kızı edindiğini şöyle anlatıyor:
"Babam, Kurtuluş Savaşı sırasında Ata ile tanışmış. Cumhuriyet’in ilk yıllarıydı. Annem ve babam vefat etmiş, biz dört kız kardeş yalnız kalmıştık. Atatürk, yetim ve öksüz kaldığımızı duyunca, “En küçük çocuğu bana gönderin,” diye haber yollamış. Biz o zaman Seydişehir ilçesinde yaşıyorduk. Konya Belediye Reisi ve Ata’nın görevlendirdiği bir kişi beni alarak Ankara’ya köşke götürdüler. Atatürk, çok yakından ilgilendi ve “Çocuğum, burada rahat edeceksin,” dedi."
Atatürk, diğer manevi çocukları gibi Rukiye’nin eğitimiyle de yakından ilgilendi ve onu Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’ne gönderdi. Rukiye Hanım, Atatürk’ün de onayıyla 22 Mayıs 1930 tarihinde, kendisini Gazi Orman Çiftliği’nde görüp beğenen, çiftliğin muhafız birliği komutanı Hüsnü Bey ile evlendi. Rukiye Hanım’ın nikâhı Ankara’da, düğünü ise Dolmabahçe Sarayı’nda yapıldı. Düğünün ilk dansını, Atatürk ile Rukiye Hanım yaptı. Rukiye Hanım, Atatürk’ün ilk evlenen manevi kızıydı.
21 Mayıs 1938
Atatürk, Viranşehir harabelerinde
Atatürk, yaşadığı sağlık problemlerine karşın Hatay meselesinin bir türlü çözüme kavuşmaması nedeniyle sıkıntılı günler yaşıyor ve adeta yerinde duramıyordu. Sağlık durumunun Hatay sorunun çözümü üzerinde yaratacağı kötü etkiyi düşünerek duyulmasını istemeyen Atatürk, sonunda durumu yerinde incelemek için 1938 Mayıs ayında Mersin ve Adana’ya bir gezi yapmaya karar verdi.
Doktorlar, bu seyahate kesinlikle karşı çıktılar. Fakat dönemin Başbakanı Celal Bayar’ın da söylediği gibi, “Atatürk’ün, ölüm kalım harbi Sakarya’yı 22 gün 22 gece üç kaburgası kırık nasıl idare ettiğini bilenler için onu kararından döndürmeye çalışmak” imkânsızdı.
Atatürk, doktorların ömrünü birkaç yıl azalttığını söylediği gezisine 19 Mayıs 1938 günü başladı. 20 Mayıs’ta trenle Mersin’e ulaşan Atatürk, burada düzenlenen geçit törenini baştan sona ayakta izledi ve geceyi Vali Konağı’nda geçirdi. Kentin çeşitli sorunlarıyla da yakından ilgilenen Atatürk, 21 Mayıs günü gerek tarihe duyduğu merak, gerekse biraz da soluklanma ihtiyacı ile, Mersin’in 14 kilometre batısında, deniz kenarında bulunan Viranşehir harabelerini ziyaret etti.
Viranşehir adıyla anılan Soloi antik kenti, MÖ 7. yüzyılda Rodoslu koloniciler tarafından kurulmuştu. Persler zamanında önemli bir liman olan kent, Roma egemenliğine geçtikten sonra yeniden imar edilmiş ve adı Pompeiopolis olarak değiştirilmişti. Kent, 527 yılında meydana gelen büyük yer sarsıntısında tamamen harap olunca terk edilmiş ve bu nedenle Viranşehir adını almıştı.
24 Mayıs’a kadar Mersin’de kalan Atatürk, bu tarihte trenle Adana’ya geçti ve ertesi gün Ankara’ya geri döndü.
20 Mayıs 1928
Afganistan Kralı Amanullah Han Ankara’da
Cumhurbaşkanı Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni ziyaret eden ilk yabancı devlet adamı olan Afganistan Kralı Amanullah Han ve Kraliçe Süreyya’yı 20 Mayıs 1928 günü Ankara İstasyonu’nda karşıladı. Amanullah Han ve eşi, 27 Mayıs’a kadar Ankara’da Atatürk’ün misafiri oldu.
Türkiye ile Afganistan arasındaki yakın ilişkilerin geçmişi, Kurtuluş Savaşı’nın ilk günlerine uzanıyordu. Afganistan’da Amanullah Han 22 Şubat 1919 tarihinde tahta çıktığında, Türkiye’de de Atatürk bir ulusal lider olarak adından söz ettirmeye başlamıştı. Afganistan aynı yıl İngilizlerle savaşarak bağımsızlığını ilan ederken, Türkiye’de de bağımsızlık mücadelesinin hazırlıkları yapılıyordu. Her iki ülkenin emperyalist güçlere başkaldırması, birbirlerine olan ilgi ve sempatilerini artırmıştı. Amanullah Han, birçok reform girişiminde Atatürk’ü kendine örnek almıştı.
Amanullah Han, 1927 yılının Aralık ayında diğer ülkelerdeki gelişmeleri yerinde görmek amacıyla bir dünya turuna çıktı. Kral ve eşi Mısır, Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya, İngiltere ve Rusya’yı ziyaret ettikten sonra, Atatürk’ün gönderdiği İzmir vapuruyla önce İstanbul’a, oradan da özel trenle Ankara’ya geldi. 20 Mayıs günü coşkulu bir şekilde karşılanan Amanullah Han, bir hafta süren ziyareti boyunca Atatürk’ün yakın ilgi ve dostluğuyla ağırlandı.
Türkiye ziyaretinden sonra ülkesine dönen Amanullah Han, yasama reformu ve kadınlara siyasi haklar tanınması gibi yeni tasarılarını açıklayınca mollaların sert tepkisiyle karşılaştı. Patlak veren bir kabile ayaklanmasının ardından 14 Ocak 1929’da tahtını kaybeden Amanullah Han, ömrünün kalanını sürgünde geçirdi.
19 Mayıs 1919
Atatürk Samsun’a ayak bastı
Günümüzde “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanan 19 Mayıs, aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın da başlangıcını temsil eder. Her ne kadar bu tarihten önce Anadolu’nun farklı yerlerinde düzensiz milis kuvvetleri işgale karşı silahlı direnişe girişmiş olsalar da, dağınık güçlerin birleştirilmesi, düzenli bir orduya dönüştürülmesi ve ulusal birliğin sağlanması, Atatürk ve yol arkadaşlarının çabalarıyla mümkün olmuştur. Bu sürecin ilk adımı, Atatürk’ün Samsun’a varışıdır.
Atatürk’ün Türk Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı Nutuk, Samsun’a çıkış öyküsüyle başlar:
"1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş: Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk Genel Savaş’ta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes antlaşması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Yurdu Genel Savaş’a sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini düşlediği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini ayakta tutabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.
İtilaf Devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana iline Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep’e İngilizler girmişler. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor."
18 Mayıs 1919
Zorlu bir yolculuk
Atatürk ve beraberindeki heyet 16 Mayıs 1919 günü Samsun’a doğru yola çıktıktan sonra zorlu bir yolculuk başladı. Hava fırtınalı ve deniz çalkantılı olduğundan heyettekilerin çoğu hastalandı. Üstelik bir düşman gemisinin saldırısına uğrama ihtimali mevcut olduğundan, Atatürk kaptana kıyıya yakın gitmesini emretmişti. Böylece, şayet bir saldırıya uğrayacak olurlarsa, gemiyi karaya oturtmak mümkün olabilecekti.
Yaşlı Bandırma vapuru, dalgalara baka çıka 17 Mayıs gecesi İnebolu’ya, 18 Mayıs’ta da Sinop’a ulaştı. Atatük, bir an önce Samsun’a ulaşmak için nasıl sabırsızlandığını anılarında şöyle anlatır:
"Tek isteğim, Anadolu’ya bir an önce ayak basmaktı. Kıyıyı izleye izleye önce Sinop’a vardık. Oradakilerle görüşerek Samsun’a kolaylıkla gidilebilecek yol olup olmadığını soruşturdum; yazık ki yokmuş. Çok güçlük çekecek, üstelik günlerce yollarda kalacaktık. Bilmem neden, Samsun’a bir an önce ayak basmak için o kadar acele ediyordum ki, zaman yitirmektense, tehlikelere göğüs germeyi yeğ tuttum.
Yeni baştan Bandırma vapuruna bindik. Değişmeyen düzenle gezimizi sürdürerek, sonunda Samsun Limanı’na vardık..."
16 Mayıs 1919
Atatürk Samsun yolunda
İzmir’in işgalinden bir gün sonra Atatürk, “Dokuzuncu Ordu Müfettişi” sıfatıyla Samsun’a gitmek üzere, beraberinde müfettişlik kadrosunu teşkil eden 18 subay ve askeri memurla birlikte, 16 Mayıs 1919 akşamüzeri Bandırma vapuruna binerek İstanbul’dan ayrıldı.
Atatürk, o günün öğleninde Yıldız’da cuma selamlığına katılmış ve Padişah Vahdettin tarafından kabul edilmişti. Ardından evine giderek annesi ve kız kardeşiyle vedalaşan Atatürk, yola çıkmak için Galata Rıhtımı’na gelmiş ve motorla açıkta bekleyen Bandırma vapuruna geçmişti. Heyeti uğurlamak için herhangi bir tören yapılmamıştı.
İtilaf Devletleri’nin koyduğu şartlar gereği vapur, hareketinden kısa süre sonra Kız Kulesi açıklarında durdurularak kontrol edildi. Yanında bir tercümanla gemiye çıkan İngiliz binbaşının oldukça uzun kalması ve aramanın uzaması biraz endişeye yol açtıysa da, sonunda geminin yola çıkmasına izin verildi. Bandırma vapuru, Boğaz’da demirlemiş düşman zırhlılarının arasından geçerek İstanbul’u terk ederken, Atatürk arkadaşlarına şöyle söylüyordu:
"Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz."
15 Mayıs 1919
Yunan ordusu İzmir’de
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğraması üzerine galip devletler Osmanlı topraklarını paylaşmaya girişmiş, İzmir bölgesini de Yunanistan’a bırakmaya karar vermişlerdi. Bu karar doğrultusunda 14 Mayıs 1919 günü Yunan filosu İzmir Körfezi’ne demir attı ve aynı gün Müttefik Filosu Başkomutanı Amiral Calthorpe, bir nota ile Türk yetkililerine İzmir istihkâmlarının İtilaf Devletleri adına Yunan kuvvetleri tarafından işgal edileceğini bildirdi.
Müslüman halk, bu karara tepkisini bir çağrı ile gösterdi:
"Ey bedbaht Türk! Wilson Prensipleri adı altında senin hakkın gasp ediliyor ve namusun yırtılıyor. Buralarda Rumun çok olduğu ve Türklerin Yunan işgalini memnuniyetle kabul edecekleri söylendi. Bunun neticesi olarak güzel memleketin Yunana verildi.
Şimdi sana soruyoruz: Rum senden daha mı çok? Yunan hâkimiyetini kabule taraftar mısın? Artık kendini göster! "
Aynı akşam İzmir’de bir direniş toplantısı düzenlendi. Toplantıda söz alanlardan biri de, gerçek adı Osman Nevres olan gazeteci Hasan Tahsin’di. Ertesi sabah Yunan gemileri Pasaport İskelesi’ne yanaştığında, Hasan Tahsin, silahıyla Kordonboyu’nda bekliyordu. Efsun Alayı sabah saat 08:55’te karaya çıktı ve şehir merkezine doğru yürüyüşe geçti. Bu anı bekleyen Hasan Tahsin, birden Yunan birliğinin önüne çıkarak ateş açtı. Efsun Alayı’nın bayraktarı bu ateş sonucunda öldü. Hasan Tahsin de, Yunan askerlerinin ateşe karşılık vermesi sonucunda orada şehit düştü.
İzmir’in işgali, Türkler arasında büyük infiale yol açarak Kuvayı Milliye hareketinin alevlenmesinde önemli bir rol oynadı. Hasan Tahsin’in “ilk kurşun” eylemi de Milli Mücadele için bir esin kaynağı oldu.
14 Mayıs 1919
“Bir şey mi yapacaksın Kemal?”
Atatürk Samsun’a hareket etmeden önce, hükümet onun Anadolu’da bazı girişimlerde bulunacağından şüphelenmişti. Bu nedenle Sadrazam Damat Ferit Paşa, 14 Mayıs 1919 akşamı, yapacağı çalışmalarla ilgili bilgi vermesi için onu Nişantaşı’ndaki köşküne davet etmişti. Davete, Harbiye Nazırı Cevat Paşa da katılmıştı. Oldukça düşünceli ve kaygılı olduğu gözlenen Damat Ferit’le geçen konuşmaları, Atatürk şöyle anlatır:
"Yemekten sonra Sadrazam dedi ki:
- Bir harita getirtsek de Müfettiş Paşa onun üzerinde bize izahat verse. Mesela, Samsun havalisinde ne yapacaksınız?
- Efendim, İngiliz raporlarında meselenin biraz abartılı olduğuna hükmediyorum. Fakat ne de olsa, yerinde yapılacak incelemelerden sonra, gereken en iyi tedbirler bulunabilir. Merak buyurmayınız.
Hiç memnuniyet göstermeyen Sadrazam, kafasında daha büyük bir endişeyi halletmek istercesine, heyecanlı bir sesle sordu:
- Pekala, bana kumandanlığınızın kapsadığı bölgeyi gösterir misiniz?
- Efendim, henüz ben de pek iyi bilmiyorum. Belki takriben –elimle bazı vilayetleri çizerek– şu kadar bir parça. Cevat Paşa’ya baktım. O da Sadrazam’ın vehmini anlamıştı. Ben elimi haritadan kaldırırken, Cevat Paşa ilave etti:
- Efendim, mıntıkanın önemi yoktur. Zaten nerede kuvvet kaldı ki?
İçimden Cevat Paşa’ya teşekkür ettim. Paşa’nın bu sözleri Sadrazam’ı tatmin etmişti. Çıktıktan sonra Cevat Paşa samimi bir lisanla sordu:
- Bir şey mi yapacaksın Kemal?
- Evet Paşam, bir şey yapacağım.
- Allah muvaffak etsin!
- Mutlaka muvaffak olacağız, dedim, birbirimizden ayrıldık."
Osmanlı’nın Cumhuriyet’e mirası
Atatürk’ün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkenin içinde bulunduğu hazin tabloyu şöyle özetler:
"Halkın, genel gıda ve sağlık durumu çok kötüydü. Sıtma, verem, frengi gibi her çeşit kemirici ve bulaşıcı hastalıklar hemen hemen yaygın bir haldeydi. Hele çocuk ölümleri insanı ürkütecek derecede fazlaydı...
Nüfusun çoğunluğunu içine alan tarım sahasında kol kuvveti bir hayli azalmıştı. En iyi yıllardaki buğday üretimimiz bile memleketi doyuracak miktarda değildi. Ziraatta kullanılan üretim usulleri çok verimsiz, araçlar da çok iptidai şeylerdi. Savaş esnasında her cinsten birçok hayvan telef olmuştu...
Yarı sömürge durumuna düşmüş Osmanlı zamanında memleketin demiryolu, kömür, çeşitli madenler, limanlar gibi esaslı gelir kaynakları, birtakım imtiyazlı şirketler yoluyla sömürgecilerin eline geçmişti. En lüzumlu ihtiyaçlarımızı sağlayacak sanayiden mahrum bulunuyorduk; hatta en mütevazı iş bölümlerindeki zanaat sahipleri bile ihtiyacı karşılayacak halde ve sayıda değildi...
Dağlar, şakilerle doluydu; asayiş ve medeniyetten eser kalmamıştı...
Halk, elinde avcunda kalan parayı, çıkın yaparak sandıklarda saklamaktaydı. Bu itibarla, az çok birikmiş olan sermayeyi bir araya getirip memleketin umumi menfaatine işletmek yolu kapalıydı...
Halkın yüzde 90’ına yakın çoğunluğu okuyup yazma bilmiyordu ve bir sürü geri fikir ve batıl inanışların etkisinde bulunuyordu. Memlekette şeyhe kayıtsız şartsız teslim olmayı emreden tarikatlar, tembellik ve miskinlik yuvası haline gelmiş tekke ve zaviyeler vardı...
Yeni kurulan nizami mahkemeler karşısında, her türlü hileyi muteber kabul etmeye alışmış yargıçlar ve mahkemeler hüküm sürüyordu...
Nüfusun hiç değilse yarısını teşkil eden kadınlar, bütün haklarından mahrum bir halde, erkeklerin adeta oyuncağı vaziyetinde bulunuyordu..."
11/12 Mayıs 1914
Yeniçeri kıyafetinin öyküsü
Binbaşı Mustafa Kemal, Balkan Savaşları’nın ardından 1913 sonbaharında Sofya’ya ateşemiliter olarak atandı. Sofya elçisi ise, çocukluk arkadaşı Ali Fethi Bey’di (Okyar). Göreve başladıktan bir süre sonra Mustafa Kemal ve Ali Fethi Bey, Bulgar Kralı Ferdinand’ın da katılacağı bir kıyafet balosuna davet edildiler.
Mustafa Kemal, tüm dikkatleri üzerine çekecek bir kostüm giymek istiyordu. Bir yeniçeri kıyafetinin istediği ilgiyi yaratacağını düşündü. Sorun, kıyafeti bulmaktaydı. Kısa bir araştırmadan sonra Topkapı Sarayı’nda bir yeniçeri kıyafeti bulunduğunu öğrendi. Manastır Askeri Lisesi’nden arkadaşı İsmail Hakkı (Kavalalı) sayesinde kostümü Sofya’ya getirtti. Hikâyenin devamını, İsmail Hakkı Bey şöyle anlatıyor:
"Ali Fethi Bey ve Mustafa Kemal baloya beraber gittiler. Mustafa Kemal, geniş ve bol ışıklı balo salonuna yeniçeri kıyafetiyle girer girmez, bütün bakışlar ona döndü. Herkes birbirine bunun kim olduğunu soruyordu.
Yeniçeri kıyafeti, baloyu locasından izleyen Bulgar Kralı Ferdinand’ın da dikkatini çekti. Mustafa Kemal’i locasına davet etti. Kıyafetinden ve başarısından dolayı kutladı ve bir gümüş tabaka armağan etti. Mustafa Kemal’in giydiği kıyafet, balonun tartışmasız birincisi oldu.
Aynı baloda büyük ödüllü bir dans yarışması da vardı. Mustafa Kemal, Bulgar başbakanının kızına kavalyelik ederek bu yarışmaya da katıldı. Bütün valsleri başarıyla tamamlayarak dereceye girmeyi başardı. Sabaha kadar devam eden balonun bitiminde İspanya maslahatgüzarı, Mustafa Kemal’i evine davet ederek yeniçeri kıyafetiyle bu fotoğrafını çektirip tarihe kalmasını sağladı."
11 Mayıs 1920
Atatürk idama mahkûm edildi
Atatürk ile beş Milli Mücadele önderi, “Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozdukları” iddiasıyla haklarında açılan davada suçlu bulunarak, İstanbul’da toplanan Divan-ı Harp tarafından 11 Mayıs 1920 günü idama mahkûm edildi. Atatürk ile birlikte idam cezasına çarptırılan diğer isimler Kara Vasıf Bey (Karakol), Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Ahmet Rüstem (Bilinski), Dr. Adnan (Adıvar) ve Halide Edip Hanım’dı (Adıvar).
İdam kararının, Atatürk ve arkadaşlarını çıktıkları yoldan döndürmesi elbette mümkün değildi. Atatürk, “Bizi mahkûm edenlerin hiçbir siyasi kıymeti yoktur!” dese de, bu karar onu hayli kızdırmıştı. Üstelik birkaç gün sonra padişah tarafından da onaylanacak olan bu kararın, İstanbul’da dönen olaylardan habersiz olan Anadolu’daki kararsız kalabalıkları olumsuz etkilemesinden endişe ediliyordu.
Halide Edip ise, idam kararının üzerinde yarattığı etkiyi, Amerikan Kız Koleji’nin mütevelli heyeti üyelerinden Charles Crane’e yazdığı 24 Mayıs tarihli mektupta şöyle aktarıyordu:
"O gece yatakta hep beyaz gömlekle Beyazıt’a idam sehpasına gittiğimi hayal ediyor ve bir nutuk hazırlıyordum. Hep aklımdan büyük Babî kadını Kurretü’l-Ayn’ın* idam edilmeden önce Farsça söylediği cümle geçiyordu: “Ayaklarımı yerden kaldırın ki, yüksekten dünyayı daha iyi göreyim!”
* Kurretü’l-Ayn: 1817-1852 yılları arasında İran’da yaşamış feminist kadın düşünür ve şair. Babiliğin önde gelen isimlerinden biridir.
10 Mayıs 1933
“Andımız”
Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in yazdığı “Andımız”, 10 Mayıs 1933 tarihinde Milli Talim ve Terbiye Heyeti’nin kararıyla tüm okullarda okutulmaya başladı.
Reşit Galip, 1931 yılında yeterince ilerici bulmadığı için dönemin Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey’i açıktan açığa eleştirmiş ve bu nedenle Atatürk’le ters düşmüş ateşli bir inkılapçıydı. Atatürk, kimi konularda kendisine şiddetle karşı çıkmasına rağmen Reşit Galip’i sevip sayıyor ve onun sözünü sakınmayan, cesur kişiliğini beğeniyordu. Bu nedenle Reşit Galip, 1932 yılında, henüz 39 yaşındayken, Milli Eğitim Bakanlığı’na atandı. Üniversite reformu onun döneminde gerçekleşti. Eşi Zübeyre Hanım’a göre “deli gibi çalışıyor”, fakat Atatürk’e çıkışacak kadar sivri dilli olması nedeniyle her an cebinde istifa mektubu ile dolaşıyordu.
Bakanlığı sırasında öğrencilere Atatürk ilkelerine bağlılığı aşılamaya çalışan Reşit Galip, 23 Nisan 1933 sabahı üç kızına kendi yazdığı bir andı okuttu. Ant şöyleydi:
Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu (sonradan milletimi) özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
1933
“Şarktan doğacak olan güneşe bakınız”
Mısır’ın Türkiye Büyükelçisi Ahmet Remzi, Mısır Konsolosluğu’nda sabaha kadar devam eden konuşmaların ardından, Atatürk’ün söylediği şu cümleleri aktarır:
"Atatürk:
- Şarktan doğacak güneşe bakınız!
dediği zaman, ufukta, güneşin ışıkları belirmişti. Güneş, bütün ışıkların kaynağı olan şarktan yavaş yavaş yükseliyordu.
- Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olarak meydana gelecektir. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. "
Mayıs 1920
“Bayrağımızın altında öleceğiz”
Celal Bayar, 1920 Mayıs ayında Ankara’daki karanlık havayı ama sönmeyen umutları şöyle aktarıyor:
"Yunan işgal ordusu ilerliyor, İstanbul’da padişahın kurduğu ve Halife Ordusu (Hilafet Ordusu) adını taşıyan kuvvetler yer yer üzerimize saldırıyordu. Hepimiz Ankara’da ailelerimizden ayrı olarak toplanmıştık. Düşman işgali altında bıraktığımız çoluğumuzdan, çocuğumuzdan haber alamıyorduk; hatta mektuplaşamıyorduk bile! Çünkü mektup yazmak onların mahvına sebep olabilirdi.
Para yoktu. Büyük Millet Meclisi’nin daha sonra büyük kudret halinde beliren hâkimiyeti henüz oluşmamıştı. Özetle, vaziyet karanlıktı. Böyle bir anda, bir Bakanlar Kurulu toplantısında Atatürk şu sözleri söyledi:
- Arkadaşlar, hiçbir zaman “céder” etmeyeceğiz (teslim olmayacağız).* Sonuna kadar tuttuğumuz yolda yürüyeceğiz ve muvaffak olmaya çalışacağız. Yerli ve yabancı düşman karşısında hakkımızı müdafaa edeceğiz. Son vardığımız sınırda da eğer galip gelme ümidimiz kalmamışsa, o zaman bir Türk bayrağının altına sığınarak, orada istiklal uğrunda canımızı vereceğiz.
Hepimiz aynı fikirde idik ve bu sözlerin tesiri altında heyecandan titriyorduk. "
6 Mayıs 1936
Ankara Devlet Konservatuvarı kuruldu
Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’nin çağdaşlaşması yönünde ele alınan konulardan biri de müzik eğitimiydi. Atatürk, modern bir insanın hayatında müziğin sahip olduğu yeri, 1925 yılında İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda yaptığı konuşmada şöyle dile getiriyordu:
"Hayatta müzik lazım mıdır? Hayatta müzik lazım değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzik ile alakası olmayan varlıklar insan değildir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise, müzik kesinkes gereklidir. Müziksiz hayat zaten mevcut olamaz. Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir. "
Atatürk, 1934 yılında, müzik ve sahne sanatlarının gelişmesini sağlayacak bir konservatuvar kurulması için çalışmalara başlanmasını istedi. Ülkedeki müzik kurumlarının yeniden yapılandırılması için danışman olarak incelemelerde bulunmak ve konservatuvarın kuruluş esaslarını belirlemek amacıyla, ünlü besteci Prof. Paul Hindemith davet edildi.
Hindemith, 6 Nisan 1935 tarihinde Türkiye’ye gelerek çalışmalarına başladı. Atatürk’ün da yakın ilgisine mazhar olan Hindemith’in önerisine göre kurulacak konservatuvar, bir serbest müzik okulu (Devlet Konservatuvarı), bir öğretmen okulu (Musiki Muallim Mektebi) ve bir tiyatro okulundan oluşacaktı. Bu raporun ardından, konservatuvarın tiyatro ve opera bölümünü kurmak üzere Almanya’dan Prof. Carl Ebert getirildi.
Ankara Devlet Konservatuvarı, 6 Mayıs 1936 tarihinde resmen kuruldu. Ayrı bir binası olmadığı için önce Musiki Muallim Mektebi içinde faaliyete geçen ve ilk öğrencilerini Musiki Muallim Mektebi öğrencilerinden alan konservatuvar, 1 Kasım 1936 tarihinde öğrenime başladı.
5 Mayıs 1933
Türkiye’nin ilk ulusal arkeolojik kazısı başladı
“Bir vatanın sahibi olmanın yolu, o topraklarda yaşanmış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanımak ve sahip olmaktan geçer,” diyen Atatürk, arkeolojinin bir bilim dalı olarak Türkiye’de gelişmesine de öncülük yaptı. 1931 yılında Türk Tarih Kurumu’nu kuran Atatürk, Türkiye’nin ilk ulusal arkeolojik kazısı olan Ahlatlıbel’e 5 Mayıs 1933 günü ilk kazma vurulduğunda oradaydı.
Afet İnan’ın anlatımına göre Ankara yakınlarındaki Ahlatlıbel’i ilk fark eden kişi, dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip olmuştu:
"Dr. Reşit Galip, bir bakan olarak, tarih işleriyle uğraşmayı ihmal etmemişti. 1933 yılının baharında bir gün bana, Ankara civarını gezerken kazı yapılabilecek bazı yerlere rastladığını söylemişti. Tarif ettiği yer, Dikmen sırtlarının karşı tepeleri idi. “Eğer Gazi müsaade ederse bir grup askerle bu işi başlatabiliriz,” demişti.
Bu husustan Atatürk’e söz ettiğim zaman, o da bu yere ilgi gösterdi. 5 Mayıs 1933 Cuma günündeki rüzgârlı serin bir bahar sabahı, oraya kurulan bir çadır etrafına Devlet Başkanı, Milli Eğitim Bakanı ve Müzeler Genel Müdürü ile arkeolog ve antropolog uzmanlarımız, ellerinde kazıya rehberlik edecek kitaplarla toplanmışlardı. Askerler kazıyor, bizler heyecanla bir sonuç bekliyorduk. Fakat öğleye doğru ilk kazılan yerin bir taş ocağı olduğu anlaşıldı.
Otomobille dönerken, buradan 200 metre kadar mesafede, Ahlatlıbel sırtlarındaki düz taşlar dikkatimizi çekti. Oraya Atatürk’le inerek gezdik… Ben bazı taşlar topladım. Dr. Reşit Galip ise Milli Eğitim Bakanı olarak, ilk ulusal arkeolojik kazıyı başlattı. Bu tarihten sonra yapılan Ahlatlıbel kazısından çıkan eserler, MÖ 3. binyıldaki Anadolu Bakır Devri uygarlığına güzel bir örnek vermiştir. "
4 Mayıs 1931
Atatürk’ten demokrasi dersi
TBMM’de 4 Mayıs 1931 tarihinde 4. Dönem milletvekili olarak Meclis’e girenler arasında, İzmir’den bağımsız seçilen Halil Bey (Menteşe) de bulunuyordu. Geçmişte İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen isimleri arasında yer alan Halil Bey, İstanbul’un işgalinden sonra İngilizler tarafından Malta’ya sürgüne gönderilmiş ve Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’ye dönerek yeniden siyasete girmişti. Muhalif kimliğiyle tanınan Halil Bey’in Atatürk ile ilgili bir anısını Kılıç Ali şöyle anlatır:
"Bir gün İsmet Paşa ile Recep Peker, Gazi’ye Menteşe Milletvekili Halil Bey’den acı acı şikâyet ediyorlardı. Halil Bey, çok yurtsever bir insandı. Düşüncelerini, fikirlerini ürkmeden, çekinmeden olduğu gibi, açıkça her fırsattan yararlanarak kürsüye çıkar söylerdi.
Recep Peker, Atatürk’e:
- Hükümetin getirdiği bir iş, Meclis’ten çıkacak herhangi bir mesele yoktur ki Halil Bey’den zorluk görmesin. İşleri daima engellemeye çalışıyor, dedi. İsmet Paşa da:
- Bize Meclis’te ot yolduruyor, diyerek Recep Peker’e destek verdi.
Atatürk, her ikisine de baktıktan sonra:
- Davalarınızı, yapacağınız işleri Meclis’te savunamayacak durumda mısınız ki Halil Bey’in itirazlarından bana şikâyet ediyorsunuz? Bu anlayışı bırakın efendim! Her zaman elinize bir dosya alır, bana her şeyi güllük gülistanlık gösterirsiniz. Meclis’te böyle doğru söyleyen birkaç arkadaş da olmasa ben söylediklerinizin gerçeğini nasıl anlayayım? "
Gerçekten de Atatürk, 1934 yılındaki Meclis yenilenmesinde aday olmayacağını kendisine mektupla bildiren Halil Menteşe’yi ısrarla yeniden aday olmaya teşvik edecek ve Halil Menteşe bundan sonra 1946 yılına kadar siyasi hayatını sürdürecekti.
3 Mayıs 1935
Türkkuşu kuruldu
“İstikbal göklerdedir” sözüyle havacılığın önemine işaret eden Atatürk’ün istek ve yönlendirmesi doğrultusunda, Türk Hava Kurumu bünyesinde gençlere uçuş eğitimi vermek üzere 3 Mayıs 1935 tarihinde Türkkuşu kuruldu.
Adını bizzat Atatürk’ün koyduğu Türkkuşu’nun amacı “uçan bir nesil” yaratmaktı. Okul, bilimsel bir çerçevede Türk gençlerine uçak ve planör kullanmayı, paraşütle atlamayı, kısacası havacılıkla ilgili her şeyi öğretecekti. Okulun ilk öğretmenleri, Sovyetler Birliği’nden getirtilen Anohin ve Romanof adlarında iki uzmandı. Sovyet hükümetiyle yapılan anlaşma gereğince ayrıca bir uçak, altı planör ve on adet paraşüt getirtilmişti. Ayrıca ilerleyen aylarda öğretmen olarak yetiştirilmek üzere Rusya’ya 8 Türk öğrenci gönderilecekti. Bunlardan biri de Sabiha Gökçen’di.
Türkkuşu’nun açılışı nedeniyle Etimesut Havaalanı’nda yapılan tören heyecanlı anlara sahne oldu. Vecihi Hürkuş’un pilot olarak katıldığı gösterilerde Rus hocalar planörle akrobasi gösterisi yaptılar. Ardından sıra paraşüt atlayışlarına geldi. Yöneticiler, paraşütçüler arasında bir de Türk olmasını arzu etmişlerdi. Bu amaçla aslen makinist olup, üç yıl önce paraşüt eğitimi alan Necip Soylu da Vecihi Hürkuş’un kullandığı uçağa bindirilmişti.
Ancak atlayış pozisyonu alan Necip Soylu, uçağın tören alanının üzerinden birkaç kez geçmesine rağmen atlayışını gerçekleştiremedi. Aşağıda töreni izleyenler arasında meraklı bir bekleyiş sürerken Atatürk, oturduğu yerden kalkarak gözlerini uçağa dikti. Ardından, ağzından şu sözler döküldü: “Atla be çocuk!”
Necip Soylu, bu sözleri duymuş gibi aynı anda kendini boşluğa bırakıverdi.
1 Mayıs 1920
“Meclis’i teşkil eden kişiler yalnız Türk değildir”
1 Mayıs 1920 günü TBMM’de Sağlık Bakanlığı’nın kurulmasıyla ilgili konuların görüşüldüğü bir sırada, Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk), “Arkadaşlar, Türkleri korumak için önce sağlıklarını korumalıyız,” şeklinde bir söz ortaya attı.
Bu sözlere Sivas Mebusu Emir Paşa (Marşan), “Biz burada Türklük namına toplanmadık. Bu vatanda Çerkes, Çeçen, Kürt, Laz ve daha birtakım İslam kabileleri vardır. Bunları dışarıda bırakacak bir söz söylemeyelim,”şeklinde itiraz etti.
Bunun üzerine Meclis Başkanı Atatürk söz alarak, kimlikçi yaklaşımlardan sakınılmasını isteyen şu konuşmayı yaptı:
"Efendiler, meselenin bir daha tekrarlanmaması ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim.
Burada kastedilen ve Yüksek Meclisinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinin birleşiminden oluşan İslam unsurlarıdır; iç içe geçmiş bir topluluktur. Bundan dolayı, bu yüksek heyetin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, İslam unsurlarının yalnız bir tanesine özgü değildir. İslam unsurlarından oluşan bir kütleye aittir…
Bu topluluğu meydana getiren her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve çıkarları tamamiyle müşterek olan vatandaşımızdır. Kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslam unsurları ki: Vatandaştırlar, birbirlerine karşılıklı hürmet duyarlar ve birbirlerinin her türlü hukukuna, ırk, sosyal ve coğrafi hukukuna daima saygılıdırlar... Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamalara meydan verilmemesini rica ediyorum. "
30 Nisan 1921
Fransız gazeteci Berthe Georges-Gaulis Ankara’da
Fransız yazar Berthe Gaulis, İstanbul’a Le Temps gazetesi muhabiri olan eşi Georges Gaulis ile birlikte 1896 yılında geldi. Burada bir de kızı dünyaya gelen Berthe Gaulis, 1912’de eşinin ölmesi üzerine Fransa’ya dönerek gazetecilik yapmaya başladı. 1919’da ise Anadolu’da doğmakta olan milli hareketi yerinde izlemek için yeniden Türkiye’ye döndü. Eskişehir’de harp alanlarını gezen ve Yunan mezalimini yerinde gören Berthe Gaulis, izlenimlerini Fransız gazetelerinde yayımladı.
Onun Milli Mücadele hakkında yazdığı yazılar, “Türk dostu” olarak tanınmasını sağladı. Berthe Gaulis, 1921 başında Türkiye’ye yaptığı ikinci seyahati sırasında, Mustafa Kemal’in onayıyla 30 Nisan’da Ankara’ya geldi. Yaklaşık 10 gün boyunca Ankara’da misafir edilen Berthe Gaulis, bu sırada TBMM’nin bazı oturumlarına dinleyici olarak katıldı ve Milli Mücadele’nin önde gelen isimleriyle görüştü. Bu süre zarfında Mustafa Kemal ile de birkaç kez bir araya gelen Berthe Gaulis, onun hakkındaki izlenimlerini şu sözlerle özetliyordu:
"Ne kuvvetli irade, bakışlarında ne canlı bir parıltı var! Son derece medeni olan kişiliğinde ne kadar da titiz! Her şeyi çok çabuk kavrıyor ve çok duygulu. Eserine bağlılığı yüzünden devamlı çaba harcıyor ve hep aynı çalışma temposu ile, sivil ve askeri görevlerine hiç aralıksız devam ediyor. "
Berthe Gaulis’in Ankara’da gördükleri, onu derinden etkilemişti. Burada aldığı notları daha sonra kitaba dönüştüren Fransız gazeteci, Mustafa Kemal ve onun önderliğindeki Milli Mücadele’ye yönelik düşüncesini kısaca şöyle dile getiriyordu:
"Türk milli hareketi düşmanı mutlaka yenecektir. Çünkü o hareket yüksek bir ideale dayanıyor; çünkü bu hareketi yönetenler kendi şahsi çıkarlarını unutmuşlardır; çünkü onlarda büyük bir ruh ve iman var. "
29 Nisan 1935
“Kadın, yüksek ve şerefli bir varlıktır”
Atatürk, 29 Nisan 1935 günü Kadın Esirgeme Kurumu’nun Ankara Orduevi’nde düzenlediği geceye katıldı. Kurumun çalışmaları hakkında kendisine bilgi verilirken, “Yoksul kadınlara yardım ediyoruz” denmesi üzerine kaşları çatılan Atatürk, gece boyunca bazı notlar aldı. Atatürk, kurumun başkanı Perihan Naci Eldeniz tarafından yüksek sesle okunan notlarında, Türk kadını hakkındaki görüşlerini şöyle dile getiriyordu:
"Kadın denilen varlık, kendiliğinden yüksek bir varlıktır. Onun yoksulluğu olamaz. Kadına yoksul demek, onun bağrından kopup gelen bütün beşeriyetin yoksulluğu demektir. Eğer insanlık bu halde ise, kadına yoksul demek layık görülebilir.
Hakikat bu mudur?
Eğer kadın dünyada çalışan, başarı kazanan, zengin olan, maddi ve manevi zengin eden insanları yetiştirmişse, ona yoksul sıfatı verilebilir mi? Verenler varsa, onlara nankör denirse doğru olmaz mı?
Bizce, Türkiye Cumhuriyeti anlamınca kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en muhterem mevkide, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir varlıktır.
Birkaç asırdan beri Türk kadınlığının anlamı unutulmuş, o, bunca varlıkların maddi, manevi kaynağı olduğu halde yoksul bırakılmış, unutulmuş!
Büyük varlık ve faziletleri unutulmuş olan Türk kadınlığına, ayağa kalkarak hürmetlerimizi göstermeliyiz. Bunu düşünerek, Kadın Esirgeme Kurumu’nu kuran bugünkü Türk kadınlarını da ayakta selamlamalıyız. "
28 Nisan 1935
Atatürk’ün verdiği “Kızılay” adı kabul edildi
Türkiye Hilal-i Ahmer Cemiyeti”nin adı, 28 Nisan 1935 günü toplanan kurultayda “Türkiye Kızılay Cemiyeti” olarak değiştirildi. Bu ismi öneren kişi, Atatürk’tü.
Hilal-i Ahmer Cemiyeti, ilk olarak 1868 yılında “Mecruhin ve Marza-yı Askeriyeye İmdat ve Muavenet Cemiyeti” (Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Derneği) adıyla kuruldu. Fakat bu sivil girişim askerler tarafından benimsenmediği için işlev kazanmadı ve bir süre sonra da faaliyetlerini tatil etti. Cemiyet, daha sonra 14 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti adıyla yeniden teşkil edildi. Bu tarihten sonra ilgisizlik ve bütçe yetersizliği nedeniyle birkaç kez faaliyetlerine ara vermek zorunda kalan cemiyet, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yardım faaliyetlerinde daha etkin rol oynamaya başladı.
Milli Mücadele döneminde ise, cemiyetin genel sekreteri Dr. Adnan Bey’in (Adıvar) Ankara’ya geçmesi ile birlikte Ekim 1920’de Ankara temsilciliği kuruldu ve Anadolu teşkilatı buraya bağlandı. 29 Kasım 1922’de Türkiye Hilal-i Ahmer Cemiyeti adını alan kuruluş, savaştan sonra esir değişimi ve nüfus mübadelesi başta olmak üzere, kitlesel yardım gerektiren pek çok konuda yararlılık gösterdi.
Atatürk, 15 Ocak 1924’te Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin fahri başkanlığını kabul etti. 1925 yılında, savaş döneminde en çok eksikliği hissedilen hemşire açığını kapatmak amacıyla, Türkiye’nin ilk hastabakıcı hemşire okulu cemiyet tarafından açıldı. Yine aynı yıl, kurumun genel merkezi İstanbul’dan Ankara’ya taşındı ve Atatürk’ün himayesinde hizmetlerini daha da geliştirdi.
27 Nisan 1920
“Biz mücadelemizde devam etmeye mecburuz”
Atatürk, yeni açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi adına, padişah Vahdettin’e 27 Nisan 1920 günü şu telgrafı gönderdi:
"Efendimiz,
İstanbul’un işgali ve bunu takip eden felaketler üzerine durumu tetkik ve milli bağımsızlığımızı müdafaa etmek amacıyla Ankara’da Büyük Millet Meclisi halinde toplandık.
Anadolu boşaldı, Anadolu harap oldu, fakat iklimlerden iklimlere uzayan hakanlığınızın haşmet ve kudreti için her eziyeti, her felaketi cana minnet bildi. O bir topraktır ki Macaristan içlerinden Yemen çöllerine kadar, Kafkas eteklerinden Basra kıyılarına kadar uzayıp giden uçsuz bucaksız şehitliklerle çevrilidir ve o şehitleri her yerden fazla, şimdi hürriyet ve istiklali için yeni bir halk mücadelesi yapan bu eski Anadolu verdi.
Padişahını acılı ve savaş neticesinde ordularını kullanmaktan men edilmiş gördüğü için kendi kendine silaha sarıldı ve nerede ana vatanı saldırıya uğramışsa, oraya dini ve milli namusunu kurtarmak için koştu.
Şevketli Efendimiz,
Milli müdafaamızı size karşı bir isyan şeklinde göstermek ve halkı aldatmak için sürekli çalışan hainler var. Onlar, milleti birbirine kırdırmak ve düşmanın fetihlerine yolu açık bırakmak istiyorlar.
Milli müdafaamızı, düşmanların bayrakları babalarımızın ocakları üzerinden çekilinceye kadar terk edemeyiz. İstanbul mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatan toprakları üstünden yabancı adamların ayakları çekilmedikçe, biz mücadelemizde devam etmeye mecburuz.
Kendi hükümetimizin idaresi altında bedbaht ve fakir yaşamak, yabancı esareti karşılığında kavuşacağımız huzur ve mutluluğa bin kere yeğdir. "
25 Nisan 1915
“Ben size ölmeyi emrediyorum”
İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u almak ve müttefikleri olan Rusya’ya yardım ulaştırmak amacıyla Çanakkale Boğazı’nda 18 Mart 1915 günü başlattıkları deniz harekâtı muazzam bir direnişle karşılaşınca, Fransa ve İngiltere bu kez Boğaz’ın hâkimiyetini ele geçirmek için bir kara operasyonu başlatmaya karar verdi. Bu amaçla Gelibolu’ya çıkarılacak birlikler arasında, Avustralya İmparatorluk Kuvvetleri ve Yeni Zelanda Seferi Kuvvetleri de bulunuyordu. Bu birliklere, Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu (ANZAC) adı verilmişti.
Gelibolu çıkarması, 25 Nisan 1915 sabahı başladı. Fakat İtilaf Kuvvetleri, hiç beklemedikleri bir direnişle karşılaştı. Türk ordusunun başında Mareşal Liman von Sanders bulunuyordu. Kurmay Yarbay Mustafa Kemal ise 19. İhtiyat Tümeni’ne komuta ediyordu. Arıburnu’na çıkan Anzak birliklerini büyük bir cesaretle Conkbayırı’nda durdurmayı başaran Mustafa Kemal, tarihe geçen, “Ben size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum!” sözünü de askerlerine burada söyledi. Mustafa Kemal, Conkbayırı’nda elde ettiği başarı nedeniyle 1 Haziran 1915’te albaylığa yükseltildi ve Anafartalar mevkiinde bulunan birliklerin başına getirildi.
Türk ordusunun kahramanca direnişi karşısında planlarına ulaşamayan İtilaf Kuvvetleri, 7 Aralık 1915 tarihinde Gelibolu harekâtını sonlandırmaya karar verdiler. İtilaf Devletleri, askerlerinin bireysel cesaret ve dayanıklılığına rağmen, ülkelerini savunmak için canlarını vermekte hiç tereddüt göstermeyen Türk ordusu karşısında beklemedikleri bir başarısızlığa uğramışlardı. Çanakkale Savaşı, özellikle Anzaklar üzerinde derin etkiler yarattı. Dünyanın en kanlı savaşlarından birinin başlangıcını temsil eden 25 Nisan tarihi, daha sonra Anzaklar tarafından ulusal gün ilan edildi.
1923
Ateşten Gömlek
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 3’üncü yıldönümünde, Halide Edip’in (Adıvar) Kurtuluş Savaşı destanını anlattığı Ateşten Gömlek filmi Beyoğlu Palas sinemasında gösterime girdi. Filmi, Muhsin Ertuğrul yönetmişti. Ateşten Gömlek, Milli Mücadele’yi zafere ulaştıran insanların hikâyesiydi. Roman, ilk olarak 1922 yazında İkdam gazetesinde tefrika edilmiş ve büyük ilgi görmüştü. Hemen ardından romanın beyaz perdeye aktarılması gündeme geldi. Ancak o dönemde Müslüman kadınların bir filmde oynaması görülmemiş bir şeydi. Kurtuluş Savaşı’nı konu alan bir filmde Rum ya da Ermeni kadınların oynaması da uygun düşmezdi. Zaten Halide Edip’in film için tek bir şartı vardı; tüm kadın rollerinde Türk kadınların oynaması!
Muhsin Ertuğrul, Ayşe rolünü bir arkadaşının eşi olan Bedia Muvahhit’e teklif etti. Diğer oyuncu için de gazeteye ilan verildi. Gelen tek müracaat, o güne kadar sadece okul müsamerelerinde rol almış 19 yaşındaki bir kıza aitti: Neyyire Neyir. Filmdeki Kezban rolünü, daha sonra Muhsin Ertuğrul ile evlenip tiyatro alanında yükselecek olan Neyyire Hanım oynayacaktı.
Atatürk’ün de izlediği film büyük ses getirdi. Halide Edip, arkadaşı Miss Billings’e yazdığı mektupta, filmin nasıl toplumsal bir olaya dönüştüğünü şöyle anlatıyordu:
"Çoğunlukla Anadolu’da çekilen filmin savaş sahneleri ordu tarafından canlandırılmış. Üç Türk bölüğü bunları oynadı ve gerçek savaş gibi görünüyor. Neyse, hiçbir şey Türk dünyasını bu kadar heyecanlanlandırmadı. Geceler boyunca polis sinemanın kapısındaki kavgaları engelleyemedi, yüzlerce kişi aynı anda içeri girmeye çalıştı. Hem kitap, hem de film çok büyük bir başarıya ulaştı."
23 Nisan 1920
Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın, İstanbul’un işgali nedeniyle 18 Mart 1920 günü faaliyetlerini durdurmasının ardından Atatürk ve Heyet-i Temsiliye üyeleri, Ankara’da ulusun kendi iradesini ortaya koyacağı, olağanüstü yetkilere sahip yeni bir meclis oluşturmak üzere tarihsel bir çabaya giriştiler. Kurulacak meclis, kapatılan Meclis-i Mebusan’ın devamı niteliğinde değil, tümüyle yeniydi; bu nedenle de farklı bir isim verilmesi gerekiyordu. Atatürk, “Müessisan Meclisi” (Kurucu Meclis) adını önerdiyse de, tartışmaların ardından “Türkiye Büyük Millet Meclisi” adı benimsendi.
Milli iradeyi temsil eden Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü, Hacı Bayram Camii’nde kılınan namazın ardından dualarla açıldı. Meclis’e, en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey başkanlık ediyordu. Meclis-i Mebusan’ın bazı üyeleriyle, vilayet ve livalardan gelen toplam 337 temsilcinin oluşturduğu Büyük Millet Meclisi, olağanüstü şartlar altında çalışan bir meclisti.
Yasama ve yürütme erklerini elinde bulunduran Büyük Millet Meclisi, hem Milli Mücadele için bir komuta merkezi işlevi görüyor, hem de çıkardığı yasalarla yeni Türkiye’nin siyasi ve sosyal temellerini atıyordu. Ama Meclis’in en önemli fonksiyonu, Atatürk’ün açılıştan bir gün sonra yaptığı konuşmada söylediği gibi, milli egemenlik ilkesinin vücut bulmasını sağlamasıydı:
"Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir. "
22 Nisan 1921
“Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir"
Atatürk’ün en bilinen vecizelerinden biri, “Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir” sözüdür. Atatürk, bu sözü 22 Nisan 1921 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış yıldönümü vesilesiyle Hâkimiyet-i Milliye gazetesine verdiği bir beyanat vesilesiyle söylemiştir. Ulusal bağımsızlığı bireyin var olabilmesinin ön koşulu olarak gören Atatürk, kendisiyle yapılan söyleşide şöyle diyordu:
"Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en kıymetli mirası olan istiklal aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevi, özel ve resmi hayatımın her aşamasını yakından bilenlerce bu aşkım malumdur. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın var ve kalıcı olması, mutlaka o milletin hürriyet ve istiklaline sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım özelliklere çok önem veririm. Ve bu özelliklerin kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim.
Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri gerektirdiği takdirde insanlığı meydana getiren milletlerden her biriyle medeniyetin gereği olan dostluk ve siyaset ilişkilerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım. "
21 Nisan 1920
TBMM’nin açılacağına dair bildiri
Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal, Ankara’da TBMM açılmadan iki gün önce, 21 Nisan 1920 günü tüm kolordulara, valiliklere, Müdafaa-i Hukuk merkez heyetlerine ve belediye başkanlıklarına şu duyuruyu yaptı:
"Tanrının lütfuyla, Nisan’ın 23’üncü Cuma günü, cuma namazından sonra, Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
Vatanın istiklali, yüce hilafet ve saltanat makamının kurtarılması gibi en önemli ve hayati görevleri yapacak olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü cumaya rastlatmakla, o günün kutsallığından yararlanılacak ve bütün sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Veli Cami-i Şerifi’nde cuma namazı kılınarak Kuran’ın ve namazın nurlarından feyz alınacaktır. Namazdan sonra, Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif alınarak Meclis’in toplanacağı yere gidilecektir.
Meclis’e girmeden önce dua okunarak kurbanlar kesilecektir. Bu merasimde Cami-i Şerif’ten başlayarak Meclis binasına kadar kolordu komutanlığınca askeri birliklerle özel tören düzeni alınacaktır. "
Mustafa Kemal, bundan bir gün sonra, 22 Nisan 1920 tarihinde de ikinci bir bildiriyle, egemenliğin yegâne sahibinin bundan böyle Büyük Millet Meclisi olacağını şöyle duyuruyordu:
"Tanrı’nın lütfuyla Nisan’ın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil makamlarla, bütün milletin tek merciinin Büyük Millet Meclisi olacağı bilgilerinize sunulur. "
20 Nisan 1924
Türkiye Cumhuriyet’nin yeni anayasası kabul edildi
1923 yılındaki seçimle işbaşına gelen İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi, göreve başladıktan hemen sonra yeni bir anayasa yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Çünkü 1876 Kanun-ı Esasisi (Anayasası) ilga edilmediği için hukuken hâlâ geçerliydi. Öte yandan olağanüstü koşullarda hazırlanan 1921 Anayasası yeni devlet ve toplum hayatına yön vermek için yetersizdi. Hem ikili düzeni sona erdirmek, hem de yeni devletin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, acilen yeni ve kapsamlı bir anayasanın yapılması gerekliydi.
1924 Anayasası bu ihtiyaçlardan doğdu. Yeni anayasanın, millet egemenliğine ve meclis üstünlüğüne dayalı, aynı zamanda güçlü bir devlet düzenini sağlayıcı nitelikte olması isteniyordu. Bu çerçevede Kanun-ı Esasi Encümeni tarafından hazırlanan yeni anayasa metni TBMM’nin 20 Nisan 1924 tarihli oturumunda kabul edildi. Anayasa, altı bölüm altında toplanmış 105 maddeden oluşuyordu.
Cumhuriyet ilkesini temel alan 1924 Anayasası, genel itibarıyla katı bir anayasaydı. “Çoğulcu” değil, “çoğunlukçu” demokrasi anlayışına sahip olan anayasa, karma hükümet sistemini benimsemişti.
Birinci maddesinde “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” denilerek, devletin yönetim şekli belirlenmişti. İkinci maddede yer alan “Türkiye Devletinin dini İslamdır” ifadesi 1928 yılında çıkarıldı. 1937 yılında ise Atatürkçülüğün 6 temel ilkesi olan “Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık” ilkeleri anayasanın ikinci maddesine dahil edilerek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel nitelikleri olarak tanımlandı. 1934’te yapılan değişikliklerle de kadınlara milletvekili seçme ve seçilebilme hakkı verildi.
Tüm eksiklerine rağmen 1924 Anayasası, o dönemin Türkiyesi için çok önemli bir atılım belgesiydi. Bu belge, kesintisiz olarak 36 yıl yürürlükte kalarak Türkiye’nin en uzun ömürlü anayasası oldu. 1924 Anayasası, 27 Mayıs 1960 Darbesi ile yürürlükten kaldırıldı.
18 Nisan 1920
Milli Mücadele karşıtı bir girişim: Hilafet Ordusu
Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasına günler kala, Damat Ferit Paşa, Anadolu’daki milli hareketin bastırılması için İngilizlerden yardım istedi. Bunun üzerine Britanya Yüksek Komiseri Amiral John de Robbeck, Anadolu’daki harekete doğrudan bir müdahalede bulunamayacaklarını, fakat bu amaçla özel bir ordu kurulması halinde parasal destek verebileceklerini söyledi.
Hararetli bir şekilde İngiliz mandasını savunan ve İngiltere adına casusluk faaliyetleri gerçekleştiren İngiliz Muhipleri Cemiyeti, bu mesajı alır almaz harekete geçti. Damat Ferit hükümeti de, yine İngilizlerin desteğiyle, 18 Nisan 1920’de Hilafet Ordusu (Kuvayı İnzibatiye) adında bir ordu kurdu. 4 bin askerden oluşan ve tüm silahlarını İngilizlerin temin ettiği bu askeri gücün tek bir hedefi vardı: Kuvayı Milliye hareketini bastırmak.
Atatürk’ün Selanik’ten tanıdığı bir isim olan Süleyman Şefik Paşa’nın komuta ettiği Hilafet Ordusu, Nisan-Mayıs aylarında İzmit’te yığınak yaptıktan sonra saldırıya geçti. Ancak orduya alınan askerlerin çoğu savaşmayı reddetti, hatta aralarından Kuvayı Milliye’ye katılanlar oldu. İngilizler bu şekilde bir sonuç alınamayacağını görünce desteğini çekti, İstanbul Hükümeti de orduyu kısa zamanda dağıtmak zorunda kaldı.
Atatürk, Nutuk’ta bu girişimle ilgili şu anısını anlatır:
"Suphi Paşa’yı Selânik’ten tanırdım. Ben kolağası (kıdemli yüzbaşı), o daha o zaman mirliva (tuğgeneral) idi. Aradaki rütbe farkına rağmen çok samimi arkadaşlığımız vardı. Paşa, çok sonra Ankara’ya geldi. Seyahate çıkıyordum. İstasyonda kalabalık içinde birbirimize tesadüf ettik. Kendisine ilk sualim şu oldu:
-Paşam, niçin Hilafet Ordusu kumandanlığını kabul ettin?
Suphi Paşa bir an tereddüt etmeksizin:
- Size mağlup olmak için, cevabını verdi.
17 Nisan 1928
Ankara Palas açıldı
23 Nisan 1920’de yokluklar içinde TBMM açıldığında, milletvekillerinin ve kente gelen yabancıların Ankara’da kalabilecekleri tek yer, alt katı ahır olarak kullanılan Taşhan’dı. Cumhuriyet’in ilanından sonra Meclis binası yeterli gelmeyip 1924 yılında İkinci Meclis binası hizmete girince, onun tam karşısında, yerli ve yabancı konukların konaklamasını temin etmek amacıyla lüks bir otelin inşasına başlandı.
Binanın yapımı, birçok şanssızlık ve aksaklıklar nedeniyle dört yıl sürdü. Önce Mimar Vedat Bey’in (Tek) tasarımına göre inşasına başlanan Ankara Palas, mimarın projeden çekilmesi üzerine Mimar Kemalettin Bey’in yeni tasarımı doğrultusunda ilerledi. Fakat bu kez de Kemalettin Bey vefat edince, inşaat zorluklarla tamamlandı. “Bitti!” dendiğinde, binanın merdivenleri unutulmuştu.
Buna rağmen bu gösterişli bina, açıldığı günden itibaren Ankara’nın sosyal hayatında özel bir yer edindi ve gözde bir buluşma noktası oldu. Siyaset kulisinin olduğu kadar, cemiyet hayatının ve eğlencenin de kalbi burada atıyordu. Atatürk, Meclis çalışmalarından sonra çoğu zaman günün yorgunluğunu Ankara Palas’ta gideriyordu.
Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte Atatürk’ün toplum hayatına getirmek istediği bazı yenilikler de burada başlatıldı. Kadınların sosyal ortama erkeklerle eşit biçimde girmesinin ilk adımları Ankara Palas’ta, Atatürk’ün bizzat önayak olmasıyla düzenlenen sosyal etkinlikler yoluyla atıldı. Özellikle Cumhuriyet ve Çocuk Baloları unutulmazdı.
Ankara Palas, düğünler için de önemli bir mekândı. Atatürk’ün manevi kızlarından Nebile ile Viyana Büyükelçiliği Başkâtibi Tahsin Bey’in düğünü 1929 yılında burada yapılmış ve Atatürk’ün Nebile ile yaptığı dans, The Illustrated London News gazetesine kapak olmuştu.
16 Nisan 1920
Ankara Müftüsü’nden Milli Mücadele’ye destek
Kurtuluş Savaşı’nın ilk aşamasında, İstanbul ve Anadolu’daki din adamları arasında bir fetva savaşı yaşandı. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin Milli Mücadele’yi başlatan Atatürk ve diğer Kuvayı Milliyeciler hakkında verdiği ölüm fetvasına karşı Ankara Müftüsü Rifat Efendi (Börekçi), 16 Nisan 1920 tarihinde halktan milli direnişe sahip çıkmalarını isteyen bir karşı fetva verdi. Mevcut duruma ve gerçeğe uygun olmayan fetvaların şeriat bakımından geçerli olmayacağını bildiren Rifat Efendi’nin fetvası, Anadolu’da 153 müftü ve din adamı tarafından da desteklendi ve birçok gazete tarafından yayımlandı.
Anadolu’da doğan direniş hareketine destek veren Rifat Efendi, 1860 yılında Ankara’nın Beynam köyünde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra İstanbul’da Beyazıt Medresesi müderrislerinden Atıf Efendi’nin öğrencisi oldu. Buradan icazetini aldıktan sonra Ankara’da bir süre müderrislik ve İstinaf Mahkemesi üyeliği yaptı. 1908 yılında da Ankara Müftüsü oldu. Rifat Efendi, 23 Nisan 1920’de toplanan TBMM’ye Menteşe (Muğla) Mebusu olarak girdi. Ancak daha sonra milletvekilliğinden istifa ederek müftülük görevine döndü. 1924’te Türkiye’nin ilk Diyanet İşleri Başkanlığına getirildi ve 5 Mart 1941’deki ölümüne kadar bu görevde kaldı.
Atatürk, Rifat Efendi’nin Mili Mücadele’ye verdiği desteği hayatı boyunca her zaman şükranla anmış ve onun ileri fikirliliğinden, vatanperverliğinden her zaman övgüyle bahsetmiştir. Rifat Efendi ise Atatürk hakkında şöyle söyler:
"Ata’nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, 'Paşam beni mahcup ediyorsunuz' dediğim zaman, 'Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır,' buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi. "
15 Nisan 1924
Padişah Vahdettin’ten ABD Başkanı’na mektup
Yeni Türkiye Devleti, Cumhuriyet’in ilanından sonra ülkeyi çağın gerisinde bırakan tüm kurumlara karşı savaş açtı. Bu kapsamda gerçekleştirilen devrimlerden biri de, 3 Mart 1924’te hilafetin kaldırılmasıydı. Bu sırada hayatını San Remo’da sürdürmekte olan Vahdettin, Ankara Hükümeti’nin bu kararına karşı destek istemek üzere ABD Başkanı’na hitaben bir mektup kaleme aldı. Sabık padişah, 15 Nisan 1924 tarihinde Washington’a gönderdiği mektupta özetle şunları söylüyordu:
"Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyö Coolidge Cenaplarına,
Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm içyüzünü, hangi nedenlerden dolayı saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz... Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum saltanat ve hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara Meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm.
Şöyle ki; İslam hilafetinin Osmanlı saltanatından soyutlanması ve ayrılması ve hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir...
Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara Meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakına ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları, hanedanımın bireylerini insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir. Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur... "
1902
Harp Akademisi’nde baskın
Mustafa Kemal, 1902 yılında Harp Akademisi’ne başladıktan sonra, daha evvel arkadaşlarıyla birlikte el yazısıyla çoğalttığı istibdat karşıtı dergiyi devam ettirmeye karar vermişti. Ne var ki kısa zamanda yönetimin kulağına giden bu durum, az kalsın onun askerlik hayatının sonu olacaktı. Sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy anlatıyor:
"Hürriyet yolundaki çalışmalarımız nasılsa, Okullar Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından duyulmuştu. Bu kişi, Sultan Hamid’in korkunç hafiyelerinden biriydi. Okul Nazırı Ali Rıza Paşa saraya çağrılarak azarlanmış, kendisine ağır şeyler söylenmişti. Ali Rıza Paşa, “Yalandır, iftiradır, aslı yoktur. Öğrencilerin sevgili padişahımıza bağlılıkları tamdır,” diyerek ve yemin üzerine yemin ederek yakasını kurtarmıştı.
Ancak günlerden bir gün, Mustafa Kemal ile beraber dergiyi çıkaran arkadaşlar çalışırlarken, Ali Rıza Paşa ansızın dershaneye girip suçüstü yakalayıverdi. Ali Rıza Paşa, belki ideal bir Harp Okulu müdürü olamazdı. Değerli bir asker de değildi. Fakat namuslu ve vicdanlı bir insandı. Eğer o gün isteseydi, bu arkadaşların geleceklerine engel olabilirdi. El yazısı dergiyi görmezlikten geldi. “Neden derslerinizle uğraşmıyor da, başka şeylerle uğraşıyorsunuz?” diye kendilerini azarlamakla yetindi.
Cumhuriyet döneminde bir gün, Kadıköy vapurunda Ali Rıza Paşa’ya rastlamıştım. Beni hemen tanıdı ve yanıma geldi. Biraz hoşbeşten sonra söz, Harp Akademisi’ndeki öğrenim hayatımıza geçti. Paşa, bu olayı hatırlıyordu:
- Allah’a şükürler olsun, dedi. Tanrı o gün kötü bir karar almaktan beni korudu. Türk milleti için de pek hayırlı oldu… "
13 Nisan 1934
Yüzbaşı Sabri
Atatürk, 13 Nisan 1934 günü İzmir’den hareketle Bergama, Dikili ve Ayvalık’ta denetlemelerde bulundu, akşam da Edremit’e gelerek kendisi için düzenlenen ziyafete katıldı. Yemekte, konu İtalya’dan ve Mussolini’nin Akdeniz’deki saldırgan tutumundan açıldı. Atatürk çevresindeki generallere, Mussolini’yi kastederek:
- Anadolu’yu, Akdeniz’i istemek kolay. Gelsin. Fakat karşısına ne ben ne de siz çıkacaksınız. Yüzbaşı Sabri’yi çıkaracağız. Türk başkomutanı Sabri olacak, dedi.
Herkes, Yüzbaşı Sabri’nin kim olduğunu sorarcasına birbirine baktı. Biraz sonra mesele anlaşıldı. Yüzbaşı Sabri, Atatürk o sabah Ayvalık’a geldiğinde kendisini karşılayan süvari bölüğünün komutanıydı. Atatürk, bölüğü teftiş ettikten sonra, sahili göstererek ona şu vazifeyi vermişti:
- Bir kısım düşman karaya ayak basmak üzere, yanaşıyorlar…
Yüzbaşı Sabri, durumu hemen kavramıştı. Bölüğüne emretti:
- At bin! Kılıç çek, beni takip et!
Ardından atını hemen yakındaki mezarlığa doğru sürüp, duvardan atlayarak mezarlığın içinden sahile doğru dörtnala gitti. Bölük de aynı şekilde komutanı takip etti.
Olayı nakleden Natık Poyrazoğlu’na göre Atatürk’ün verdiği vazife, askerlik bakımından inceliklerle doluydu. Yüzbaşının vazifeyi alır almaz harekete geçmesi zaten Atatürk’ün beklediği şeydi. Fakat yüzbaşının mezarlığın çevresini dolaşıp vakit kaybetmektense tüm bölüğü mezarlık duvarından atlatması, Atatürk’ün aynı zamanda süvarilerin talim ve terbiye durumunu görmesini sağlamıştı.
Atatürk, Mussolini’ye meydan okurken, Yüzbaşı Sabri gibi yetenekli subaylarına güveniyordu.
12 Nisan 1931
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu
Cumhuriyet’in ilanından sonra Türk tarihinin yeniden ele alındığı bir süreç başlamış, yeni Türkiye’nin benimsediği siyasi ve kültürel kimliği güçlendirmeyi amaçlayan bir tarih anlayışının oluşturulması hedeflenmişti.
Bu dönemde bizzat Atatürk’ün öncülüğünde yürütülen tarih çalışmaları, 1930 yılında Türk Ocakları bünyesinde Türk Tarihi Tetkik Heyeti oluşturularak daha kurumsal bir yapıya kavuşturuldu. Ardından da 12 Nisan 1931 tarihinde –sonradan Türk Tarih Kurumu adını alacak olan– Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin çalışmalarıyla yakından ilgilenen Atatürk, Türk tarihine ve bu tarihin gençlere öğretilmesine verdiği önemi şu sözlerle ifade ediyordu:
"Büyük devlet kuran atalarımız, büyük ve kapsamlı uygarlıklara sahip olmuştur. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe, dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendisinde güç bulacaktır. "
Türk Tarih Kurumu, kuruluşundan sonra birçok önemli çalışma gerçekleştirdi. Kurumun ilk kez 1932 yılında düzenlediği Türk Tarih Kongresi, dörder yıllık aralarla günümüze kadar devam etti. Ayrıca okullarda okutulacak ders ve tarih kitapları kurum tarafından hazırlandı. Ocak 1937’de yayın hayatına başlayan Belleten dergisi, içerdiği dil ve tarih konulu makalelerle tarih araştırmalarına önemli katkı sağladı.
Atatürk, ölümünden sonra kurumun çalışmalarını mali bir özerklik içinde devam ettirebilmesini sağlamak amacıyla, İş Bankası’ndaki hisselerinin yarısının Türk Tarih Kurumu’na devredilmesini vasiyet etti.
10 Nisan 1928
Laiklik yolunda bir adım
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 10 Nisan 1928 tarihli toplantısında, Anayasa’nın laikleştirilmesi ilkesinden hareketle, Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” fıkrası iptal edildi. Aynı çerçevede, Anayasa’nın 26. maddesinde şeriat hükümlerinin TBMM tarafından yürütüleceğini belirten cümle de kaldırıldı. Ayrıca milletvekili ve cumhurbaşkanı yeminlerinde “Allah üzerine” ifadesi yerine, “namus üzerine” ant içilmesi şekli kabul edildi.
Atatürk, yapılan Anayasa değişikliğinin gerekçesini ve Cumhuriyet’in çağdaşlık yolunda ilerlemesi için laikliğin gerekliliğini şu sözlerle açıklıyordu:
"Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din anlayışı vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür."
Atatürk’e göre millet ve devlet işlerinin kâbesi milli egemenliğin belirdiği Büyük Millet Meclisi; din işlerinin mihrabı ise insanların vicdanlarıydı. Onun din hürriyeti konusundaki görüşlerini, Afet İnan şöyle aktarır:
"Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare olunur bir devlettir. Türk Devleti laiktir. Her reşit, dinini seçmekte serbesttir. "
9 Nisan 1932
Türkiye’nin ilk kadın hâkimi Mürüvvet Hanım
Osmanlı devrinde dünyayı kafes arkasından izlemeye mahkûm olan Türk kadını, Cumhuriyet ile birlikte insan olmaktan doğan haklarına kavuşmaya başladı. Medeni Kanun’la eşit yurttaşlık haklarını elde eden, okuma fırsatı bulan ve sosyal-ekonomik hayata katılması için cesaretlendirilen Türk kadını, böylece Atatürk döneminde toplum ve devlet yaşamının her kesiminde görev almaya başladı.
Kadının eğitimi meselesi, Atatürk’ün üzerinde en çok durduğu konulardan biriydi. Atatürk, 1923 yılında İzmir’de halkla bir araya geldiği bir toplantıda, ülkenin ilerlemesi için kadının erkeklerle eşit eğitim imkânlarına ve eşit haklara sahip olmasının önemine şöyle dikkat çekiyordu:
"Milletimiz, kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. Bugünün gerekliliklerinden biri de kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. Nitekim, kadınlarımız da âlim ve bilgin olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Sonra kadınlar sosyal hayatta erkeklerle beraber yürüyerek, birbirlerinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır. "
Atatürk’ün desteği ve reformları sayesinde, Cumhuriyet’in ilanının ardından kadınların sosyal etkinlikleri ve meslek hayatıyla ilgili birçok “ilk”e tanık olundu. İlk dünya güzeli, ilk kadın pilot ve ilk avukat gibi, ilk kadın hâkim de onun neslinde yetişti.
9 Nisan 1932’de Adana Asliye Ceza Mahkemesi’nde Türkiye’nin ilk kadın hâkimi olarak göreve başlayan Mürüvvet Hanım (Yener), daha sonra Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nde görev alarak bu alanda da bir ilke imza attı.
8 Nisan 1923
“Dokuz Umde” beyannamesi yayımlandı
1923 yılında yapılacak genel seçimler öncesinde, başkanlığını Atatürk’ün yaptığı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin seçim bildirgesi niteliğini taşıyan “Dokuz Umde” (Dokuz İlke) adlı bir bildiri yayımlandı. Aydınların ve uzmanların görüşleri, İzmir İktisat Kongresi kararları ve Atatürk’ün yurt gezilerinde saptadığı halk eğilimleri doğrultusunda hazırlanan bildiri, kurulması planlanan Halk Fırkası’nın programı için de bir taslak niteliğindeydi. Atatürk, böylece kuracağı Halk Fırkası’nın çizgisini de halkın onayına sunmuş oluyordu.
Belirlenen dokuz ilke, özetle şunlardı:
1) Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir; bu değişmez kuralımızdır.
2) Saltanatın kaldırılmasına ilişkin 1 Kasım 1922 tarihli yasa asla değiştirilemeyecek bir ilkedir.
3) Ülkede güven ve asayişin korunması en önemli görevdir.
4) Mahkemelerin gecikmeden adalet dağıtması sağlanacaktır.
5) Ekonomik kalkınma temin edilecektir.
6) Askerlik süresi kısaltılacaktır.
7) Yedek subaylar için geniş olanaklar hazırlanacak ve geleceği temin edilecektir.
8) Memur sınıfı geliştirilecek, çalışma şekilleri yönteme bağlanacak ve halkın işleri en kolay biçimde sonuçlandırılacaktır.
9) Harap yerlerimiz süratle yeniden imar edilecektir.
İlkeler kısa maddeler halinde ifade edildiğinden beyannamenin yetersiz olduğunu öne sürenlere karşı Atatürk, programın temel hedefleri kapsadığını ve uygulanabilir nitelikte olduğunu belirtiyordu. 1923 Genel Seçimleri’nde Meclis’teki hemen tüm sandalyeleri Müdafaa-i Hukuk adaylarının kazanması, halkın söz konusu programı benimsediğini ortaya koyuyordu.
7 Nisan 1938
“Hakiki Türkiye, Cumhuriyet Türkiyesi’dir”
Atatürk’ün büyük önem verdiği uluslararası barış ilkeleri doğrultusunda Türkiye, Yugoslavya, Romanya ve Yunanistan arasında kurulan Balkan Paktı, bu ülkeler arasındaki ekonomik ve sosyal ilişkileri de geliştirmeyi hedefliyordu. Bu çerçevede oluşturulan Balkan Paktı Ekonomik Konseyi ve Balkan Matbuat Birliği Kongresi, 7 Nisan 1938 günü İstanbul Yıldız Sarayı’nda toplandı.
Kongrenin en ilgi çekici simalarından biri, toplantıya Romanya’dan katılan Nikola Basarya adlı gazeteciydi. Eski bir Osmanlı vatandaşı olan Basarya, 1908-1914 arasında Meclis-i Ayan üyeliği, 1913 yılında da Nafia Nazırlığı yapmıştı. Atatürk’e büyük bir hayranlık besleyen Basarya, eski ve yeni Türkiye arasındaki farkı meslektaşlarına şöyle anlatıyordu:
"Abdülhamid ve Genç Türkler Türkiyesi’ni gördüm, fakat hakiki Türkiye, yüzde yüz Türk olan Türkiye, şimdiki Cumhuriyet Türkiyesi’dir. Asırlardan beri öz Türkler, hayatlarını feda ederek Türkiye’de mağdur vaziyette bulunuyorlardı. Halbuki hiçbir fedakârlıkta bulunmayanlar sadece bundan yararlanıyordu. Sultanlar devrinde Türkiye’nin adı bile yoktu. “Memalik-i Şahane”, “Memalik-i Mahrusa” gibi garip tabirler kullanılıyordu. Daha tuhafı, sultanlar başkentinin bile ismi yoktu. “Der’aliyye”, “Dersaadet” adlarını değiştirmek için az mı zahmet çekmiştik…
Özetle, ortada devletinin, başkentinin, dilinin adı olmayan garip bir mevcudiyet vardı. Nüfus cüzdanlarında bile “Türk” kelimesine tesadüf edilmez, milliyeti kelimesi karşısında “İslam” yahut “Hıristiyan” yazardı.
Bütün bu hadiselere şahit olduğum için, Atatürk’ün başardığı mucizelerin kıymetini herkesten fazla takdir ediyorum. Atatürk, Türklerin binlerce senelik medeniyetini meydana çıkararak, yeryüzünde Türk milletine layık olduğu şanlı mevkiyi temin eden bir kahramandır. "
6 Nisan 1920
Türkiye’nin sesi “Anadolu Ajansı” kuruldu
Milli Mücadele başlarken, Heyet-i Temsiliye tarafından Anadolu’nun sesini tüm yurda duyurabilmek amacıyla İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye gibi gazeteler kurulmuş ve zor şartlarda yayın hayatına başlamıştı. Fakat Anadolu’nun giriştiği haklı mücadelenin daha geniş kitlelere anlatılmasını sağlamak üzere, Atatürk’ün deyimiyle “Türkiye’nin sesini dünyaya duyuracak” bir haber kaynağına ihtiyaç vardı. İşte bu amaçla, 6 Nisan 1920 tarihinde Anadolu Ajansı kuruldu. Böylece, sürekli Türkiye aleyhine uydurma haberler yapan yabancı ajanslara karşı da bir önlem alınmış olunuyordu.
Ajansa adını, Halide Edip (Adıvar) ile Yunus Nadi (Abalıoğlu) vermişti. Kuruluş işlemleri tamamlanınca, Heyet-i Temsiliye adına bir açıklama yapan Atatürk, halkın en doğru haberlerle aydınlatılması amacıyla Anadolu Ajansı’nın faaliyete geçtiğini bir telgrafla tüm yurda bildirdi.
Halide Edip, Milli Mücadele’nin ilk karargâhı olan Ziraat Mektebi’nin bir odasında ajansın nasıl kurulduğunu şöyle aktarır:
"Ankara’ya geldiğimin beşinci günü, büyük sofaya açılan dar ve uzun odalardan biri bana ayrıldı. Burası, bir nevi büro haline sokulmuştu. Odanın eşyası, büyük bir yazıhane, dosya raflar, sandalye ile beraber iki masa, bir de eski yazı makinesinden ibaretti. Ben İngilizce gazetelerin ilgili kısımlarını tercüme eder, Mustafa Kemal Paşa’nın kâtibi Hayati Bey’in getirdiği telgraflar arasında, Anadolu Ajansı veya Hâkimiyeti Milliye gazetesi için lazım olan parçaları keser, bundan başka da Mustafa Kemal Paşa’nın diğer muhaberatına ait yazıları hazırlardım. "
Zor şartlarda kurulan Anadolu Ajansı ilk haberlerini servis etmeye 12 Nisan 1920’de başladı ve bu tarihten sonra Milli Mücadele ile ilgili gelişmeleri yurda ve dünyaya duyurmakta önemli bir rol üstlendi.
5 Nisan 1920
Damat Ferit yeniden işbaşında
Damat Ferit Paşa, 5 Nisan 1920 tarihinde Padişah Vahdettin tarafından dördüncü kez sadrazam ilan edildi. Bu karar Kuvayı Milliye karşıtlarını ve İngilizleri fazlasıyla sevindirirken, Atatürk tarafından şiddetle protesto edildi. Atatürk, yayımladığı genelgede, “Vatana ihaneti sabit olan ve düşman süngüsü ile görevlendirilen Damat Ferit Paşa ve heyetinin hiçbir surette tanınmayacağını bildiririz” diyordu.
Kuvayı Milliye’yi yok etmek amacıyla işbaşına gelen Damat Ferit Paşa’nın sadrazamlığı ile yeni bir “işbirlikçilik dönemi” başlamıştı. Nitekim Damat Ferit, görevi alır almaz İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck’e koşacak ve Anadolu’daki milli hareketi yok etmek için İngilizlerin onaylayacağı bir şekilde çalışmaya söz verecekti.
Damat Ferit’in atanmasını duyuran padişah iradesi ise, hükümetin İngiliz işbirlikçisi tutumunun Vahdettin tarafından da desteklendiğini gösteriyordu. Padişah, iradesinde Kuvayı Milliye’yi barışın önündeki en büyük engel olarak gösteriyor ve halkı bu davadan vazgeçmeye çağırıyordu:
"Mütarekeden beri siyasi işlerimiz derece derece iyiye doğru gidiyordu. Milliyetçilik adı altında çıkarılan karışıklıklar, durumu vahim hale getirmiştir. Başvurulan barış girişimleri faydasız kalmıştır. Bu isyan halinin devamı, Allah göstermesin, daha kötü durumlara yol açabilir.
Bu gidişlerin malum olan tertipçileri ve teşvikçileri hakkında kanunun hükümleri yerine getirilmekle beraber, kandırılarak isyana katılanlar hakkında umumi af ilan ediyoruz.
Ülkenin her tarafında asayiş ve düzenin süratle iadesini, bütün sadık tebaanın saltanat ve hilafet makamına sarsılmaz bağlılıklarının kuvvetlendirilmesini, Büyük İtilaf Devletleri ile samimi bağlar kurulmasını ve ılımlı bir barışın bir an evvel imza edilmesini istiyoruz."
3 Nisan 1930
Kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı verildi
Cumhuriyet yönetimi, cepheye gönderdiği evlatlarla yetinmeyip bizzat kendisi Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine katılan Türk kadınına verdiği değeri, ona dünyadaki birçok ülkeden önce seçme ve seçilme hakkı tanıyarak gösterdi. Bu konuda ilk adım, 3 Nisan 1930 tarihinde atıldı. Belediye Kanunu’nda yapılan değişiklikle kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı verildi.
O gün için devrim niteliğindeki bu kararla, kadın ve erkek yurttaşların siyasi haklarının eşitlenmesi yönünde çok önemli bir adım atıldı. Kanunun kabul edildiği gün Afet İnan, Ankara Türk Ocağı’nda, kadınların siyasi haklarını ele alan bir konferans verdi. Büyük bir kalabalığın yanı sıra Atatürk, İsmet Paşa ve Kâzım Karabekir’in de izlediği konferansta Afet İnan, şiddetli alkışlar arasında şöyle konuştu:
"Hanımlar, Efendiler,
Seçmek hakkındır, vazifendir. Kadınlara seçmek ve seçilmek hakkının verilmesi, milli hâkimiyetin ifadesidir. Milli hâkimiyet hiçbir eşitsizliği kabul etmez. Bundan şüphe edenler milli hâkimiyeti ve demokrasiyi bilmeyen acizlerdir.
Dünya Savaşı’ndan sonra birçok memleket kadının seçme hakkını kabul etmişlerdir. Erkeklerde ilk terbiyeyi veren, ilk vatan aşkını tesis eden madem ki kadındır, bu kadın seçme hakkına da sahip bulunmalıdır. Demokrasi mantığı da bunu emreder. Aklı başında her fert kendi yaşayışını bilmelidir. Kadın insandır. Kadının aklı başındadır. Kadın sulhseverdir. Kadın tutumludur. Kadının hissesini hor görmek hakkı kimseye verilmemiştir. "
2 Nisan 1920
İstanbul’dan kaçan yurtseverler Ankara’da
Atatürk, İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya kaçan Halide Edip (Adıvar), Dr. Adnan (Adıvar), Hüsrev (Gerede), Yunus Nadi, Yusuf Kemal (Tengirşenk), Rıza Nur, Cami (Baykut) ve beraberlerindeki grubu 2 Nisan 1920 günü Ankara İstasyonu’nda karşıladı. Ertesi gün Ankara’ya ulaşan Albay İsmet (İnönü), Celalettin Arif, Saffet (Arıkan) ve beraberlerindekiler de yine Atatürk tarafından bizzat karşılandı
İstanbul 16 Mart’ta işgal edilmeden önce Meclis-i Mebusan’ın kapanma ihtimaline karşı Atatürk, Meclis üyelerinden Rauf Bey’e (Orbay) Anadolu’ya geçiş için şimdiden tedbir almalarını tavsiye etmiş ve “Sizlerin buraya gelmeleri çok gereklidir!” diyerek tüm mebusları Ankara’ya davet etmişti.
Bundan sadece birkaç gün sonra Atatürk’ün öngörüsü gerçek oldu ve İtilaf Donanması İstanbul’a asker çıkarmaya başladı. İşgalciler, şehirdeki tüm telgrafhaneleri ele geçirerek başkentin Anadolu ile bağlantısını kestiler; ayrıca Meclis-i Mebusan’ı basarak bazı milletvekillerini tutukladılar. Bunun üzerine diğer mebuslar ve vatansever aydınlar, bir an önce Anadolu’ya geçmek için çareler aramaya başladılar. Bunların Ankara’ya sağ salim ulaştırılabilmesi için Atatürk de geçiş bölgelerinde görev yapan komutanlarla irtibata geçerek, kaçışların disiplinli ve sistemli bir şekilde gerçekleşmesini sağlamaya çalıştı.
İstanbul’dan birçok kişinin Anadolu’ya geçmekte olduğunu anlayan İngilizlerin aldığı önlemlere rağmen kaçışlar yavaş, ama düzenli bir şekilde devam etti. Özellikle Gebze ile İzmit arasındaki bölge oldukça tehlikeliydi. Buna rağmen İstanbul’dan yola çıkan birçok yurtsever, emniyetli bir şekilde Ankara’ya ulaşmayı başardı.
1 Nisan 1921
İkinci İnönü Zaferi
Yunanlılar, 1921 başında Birinci İnönü Savaşı’nda uğradıkları yenilginin ardından hem moral kazanmak, hem de Türk ordusunun daha fazla güçlenmesine engel olmak amacıyla Kütahya ve Eskişehir’i mutlaka ele geçirmek istiyorlardı. Böylece Ankara’nın yolu açılacak ve Serv Antlaşması’nı Milli Hükümet’e kabul ettirmek mümkün olacaktı.
Takviye edilmiş Yunan kuvvetlerinin saldırısı 23 Mart’ta iki koldan başladı. Mirliva (Tuğgeneral) İsmet Paşa komutasındaki Türk birlikleri saldırıya şiddetle dirense de ilk dört günde Yunan ordusunun ilerleyişine engel olamadı. Sonunda iki ordu, 27 Mart sabahı İnönü mevkiinde bir kez daha karşı karşıya geldi. Şiddetli çarpışmalar 31 Mart akşamına kadar sürdü.
İkinci İnönü Savaşı’nda Türk ordusu büyük güçlükler içinde, tüm ihtiyat kuvvetlerini de kullanarak, üstün bir kahramanlık sergiledi. Bunun neticesinde 31 Mart’ta düşman cephesinde kopmalar başladı ve genel bir taarruzla Yunan kuvvetlerine büyük kayıplar verdirildi. İsmet Paşa, 1 Nisan 1921 sabahı Metristepe’den çektiği telgrafla zaferi şöyle müjdeliyordu:
"Düşman, binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza terk etmiştir. "
TBMM Başkanı Mustafa Kemal, bu üstün başarı nedeniyle İsmet Paşa’ya şu ünlü telgrafı gönderdi:
"Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz. İstila altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en ücra noktalarına kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istila hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu. "
31 Mart 1923
Türk heyeti yeniden Lozan’a davet edildi
Resimaltı: İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti Lozan Barış Antlaşması’nı imzalamak üzere binaya girerken (1923) Yeni Türk Devleti’nin bağımsızlığının tüm dünyaca kabul edilmesi anlamına gelen Lozan Antlaşması, hayli iniş çıkışlı ve çetin bir süreç sonunda imzalandı. İtilaf Devletleri’nin temsilcileri, karşılarında bu kadar dirençli bir Türk heyeti bulmayı beklemiyorlardı. Gerçekten de Kurtuluş Savaşı’nda elde edilen askeri zafere bir de diplomatik zafer eklemeyi amaçlayan Türk tarafı, konferans boyunca birçok konuda oldukça dirençli bir tutum sergiledi. Görüşmeleri Ankara’dan günü gününe takip eden Atatürk, Türk tarafının isteğini şu sözlerle özetliyordu:
"Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman “tam istiklal istiyoruz” dediğimizi herkesin bilmesi lazımdır. Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz vardır."
Hayli sert geçen görüşmeler sonunda Türk heyeti, 4 Şubat 1923 günü barış şartlarını bir teklif olarak ortaya koydu. İngiliz Heyeti Başkanı Lord Curzon ise bu teklifi tehdit içeren sözlerle reddetti. Bunun üzerine Türk heyeti görüşmeleri keserek yurda döndü. Ortaya çıkabilecek savaş ihtimali ve izlenecek yollar, TBMM’de yapılan gizli oturumlarda enine boyuna tartışıldı. 6 Mart günü Atatürk, Meclis’in vardığı kararı şu sözlerle ilan ediyordu:
"Bu barış projesini kabul etmeye imkân yoktur! "
Mutlak özgürlük için gerekirse yeni bir savaşın göze alındığını bildiren bu sözler tüm dünyada yankı yarattı. Ankara, kendi barış projesini 8 Mart’ta İstanbul’daki İtilaf Devletleri temsilcilerine iletti. Bu hamleye karşı İtilaf Devletleri temsilcileri de 31 Mart’ta Londra’da toplanarak, Türk heyetini yeniden Lozan’a davet etti. Böylece, barışa giden yolun kapısı yeniden aralanmış oldu.
30 Mart 1938
Atatürk’ün hastalığına dair ilk resmi bildiri
Atatürk’ün 1938 yılının ilk aylarında iştahsızlık ve halsizlik belirtileriyle başlayan hastalık süreci, sonraki aylarda rahatsızlığının artmasıyla endişe verici bir hal aldı. Bunun üzerine 6 Mart’ta Türk doktorlardan oluşan bir heyet Atatürk’ü muayene etti. Ardından, 28 Mart günü Fransa’dan davet edilen Dr. Noël Fiessinger, Çankaya’da Atatürk’ü kontrolden geçirdi. 30 Mart’ta ise Anadolu Ajansı aracılığıyla, Atatürk’ün sağlık durumuna ilişkin ilk resmi bildiri yayımlandı:
"Türkiye Reisicumhuru Atatürk, geçen Ocak ve Şubat aylarındaki Yalova, Bursa ve İstanbul seyahatlerinde kuvvetli bir grip geçirmişlerdi; Ankara’ya dönüşlerinde grip nüksettiğinden konsültasyon için Fransa’dan Prof. Fiessinger davet edildi. Prof. Fiessinger, tetkik ve muayene neticesinde, Atatürk’ün sıhhatinde ehemmiyete şayan bir vaziyet olmadığını tespit etmiş ve kendilerine bir buçuk ay kadar istirahat tavsiyesini kâfi görerek ülkesine dönmüştür. "
Rapor olumsuz bir görüş taşımamakla birlikte, Atatürk’ün rahatsızlığı konusunda çıkan dedikoduları doğrular nitelikteydi. Bu durum, Osmanlı saltanatını ve halifeliği Türkiye’ye geri getirmek için yıllardır fırsat kollayan saltanatçıları da hemen harekete geçirmişti.
Nitekim, Atatürk’ün hasta olduğu haberi 1 Nisan günü Avrupa gazetelerinde çıkar çıkmaz, Londra’da bulunan Prens Bahaeddin Sami, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Sir Lancelot Oliphant ile temas kurarak ona altı sayfalık bir mektup gönderdi. Israrına rağmen prense randevu vermeyen İngiliz Dışişleri Bakanlığı, mektubun bir örneğini ise Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine’e gönderdi.
Atatürk’ün yakın dostu olan büyükelçinin mektup karşısındaki yorumu kısa ve netti: “Saçmalık!”