Mali İşlerden Sorumlu Tekfen Grup Şirketler Başkan Yardımcısı

Doç. Dr. Osman Reha Yolalan:

“CFO’ların kontrolörlükten stratejistliğe evrildiği bir süreçteyiz.”

Akademik hedeflerle başlayıp bankacılık sektöründe başarılı bir kariyer yapan Doç. Dr. Osman Reha Yolalan, 2006 yılında katıldığı Tekfen Holding çatısı altında da halka arz süreci başta olmak üzere birçok önemli çalışmaya imza atmış bir isim. Tekfen Holding’in yeni yapılanmasında Mali İşlerden Sorumlu Grup Şirketler Başkan Yardımcısı olarak rol alan Yolalan, özellikle pandeminin etkisiyle hızlı bir dönüşüme sahne olan dünyada, değişimin kaçınılmaz olduğunu ve klasik CFO tanımının da aynı paralelde büyük bir dönüşüme uğradığını söylüyor. Aynı zamanda üniversitelerde de ders veren Yolalan, gençlere değişimin bir parçası olmalarını ve kesinlikle geleceğe odaklanmalarını tavsiye ediyor.

Reha Bey, öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz? Tekfen’deki 16. yılınız. Ama sizi ilk kez T Bülten’de konuk ediyoruz. Bize üniversite yıllarından başlayarak biraz geçmişinizden söz edebilir misiniz?

Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra İTÜ İşletme Fakültesi Endüstri Mühendisliği’nden mezun oldum. Ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği dalında yüksek lisans yaptım. Özünde, akademisyen olmayı planlayarak yola çıkmıştım. Fakat hayat bazen insanı farklı yönlere sevk edebiliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nden sonra Yönetim Bilimleri alanında doktora yapmak üzere Kanada’daki Laval Üniversitesi’ne başvurmuştum. 1986 yazının başlarıydı, başvurum kabul edildi. O nedenle yüksek lisans tezimi en kısa sürede tamamlamam gerekiyordu. Çok sevgili tez hocam Mahmut Karayel’in yönlendirmesiyle, o tarihlerde görece yeni olan “Veri Zarflama Yöntemi”ni (Data Envelopment Analysis) hizmet sektörüne uygulamaya karar vermiştim. Ama esas sorun bunun için veri bulabilmekti. O konuda imdadıma Yapı ve Kredi Bankası’nın yöneticileri yetişti. Böylece banka şubelerine ait gerek operasyonel ve gerekse finansal verileri temin edip ölçümleme sürecine giriştim. LINDO yazılımını kullanarak, oluşan değişik gözlem kümelerini analiz edip oldukça anlamlı bir etkileşim yumağına ulaşmıştım. Aslında bunu yaparak, ileride çok daha iyi fark edeceğim gibi, bankacılık literatüründe öncü çalışmalardan birine imza atmıştım Mahmut Hocamın desteğiyle. Gerçekten de o yüksek lisans tezi daha sonra “European Journal of Operational Research” dergisinde bir makale olarak yayımlandı ve bugüne kadar 600’e yakın uluslararası atıf aldı.

Hummalı bir çalışma sonrasında 1986 yılının son günlerinde tezimi sunup jüri üyelerinin tebriklerini aldıktan sonra, tezin ciltleme ve formatlama işleri başladı. O günün olanaksızlıkları içinde bu gerçekten çok zor bir süreçti. Öte yandan vize ve oturma izni işlemleri, gerekli öğrenci belgeleri, iki üniversite arasındaki öğrenci değişim anlaşması gibi envai çeşit sorunların da on gün gibi çok kısa bir sürede çözümlenmesi gerekiyordu. Uçak biletinin haricinde neredeyse her şey eksikti. Bu süreçte bana yardım eden Mahmut Hoca da telaş içinde bir an önce jüri üyelerinin imzalarını almak için beni sıkıştırıyordu. Tez aşamasında hocasını bile çalıştıran bir öğrenci olarak üniversite tarihine girmişimdir herhalde. O dönemde aralarında yazılımcıların da olduğu birçok arkadaşım, el birliğiyle tezimi yetiştirmek için seferber oldu. İnanılmaz bir fedakârlıkla arkadaşlarımın gece gündüz verdiği destek sayesinde, uçağımın kalkmasına 48 saat kala rahmetli Prof. Dr. İbrahim Kavrakoğlu ve sevgili Prof. Dr. Özer Ertuna hocalarımdan imza almayı başarıp, teslimatı ucu ucuna yapabildim. O tez, doktora sonrasında benim Yapı ve Kredi Bankası’na girmemde de önemli bir rol oynadı. Bazen kader koltuğa bizden önce gidip oturuyor.

Yine Boğaziçi’ndeki yıllarıma ait, hayatıma yön veren şeylerden biri İbrahim Kavrakoğlu Hocamın verdiği bir öğüttür. Kanada’ya gitmeden önce İbrahim Hoca, her zamanki kartezyen bakış açısıyla bana, “Reha, önemli bir dönemin arifesindesin. Hayatta bilginin değişik düzeyleri vardır: 1) Bilmediğini bilmemek, 2) Bilmediğini bilmek, 3) Bildiğini bilmemek, 4) Bildiğini bilmek, ancak hepsinden önemlisi, 5) Bildiğini paylaşa-bilmek!” demişti. Ben de hocamın bu tavsiyesine uyup, sonraki iş yaşamım boyunca üniversitelerle yakın ilişkimi hiç kesmedim ve yaklaşık 30 yıl boyunca yarı zamanlı öğretim üyesi olarak dersler verdim. Halen de genç kuşaklarla nesiller arası deneyim paylaşımından büyük keyif almaya devam ediyorum.

Boğaziçi Üniversitesi mezuniyetimin hemen sonrasında nefeslenmeye fırsat bulamadan “Yönetim Bilimleri Doktorası” serüvenim başladı. 1987 Ocak ayında Québec-Kanada ve Université Laval yaşamıma girdi. Benim için, çok etkileyici bir şehir ve üniversiteydi diyebilirim. Herkesin, özellikle sonbahar aylarında Québec City’yi görmesini öneririm. Bir Akdeniz insanı olarak, zor da olsa dört yıl boyunca sıfır derecenin altında yaşamayı öğrendim. Muhteşem doğası, çetin iklimi, iyi kalpli insanları ve çeşitliliğe saygılı özgür düşünen toplumuyla kendimi orada hiç ama hiç yabancı gibi hissetmedim. Eğitim sürecimde, Fransız ve Anglosakson kültürleriyle tanışmıştım. Ancak, Kuzey Amerika ve Québec iki kültürü de barındırıyordu. Yarı Avrupalı, yarı Amerikalı. Tezimi İngilizce yazdım, Fransızca sundum.

Doktora, uğraştığınız dalda mutlaka bir bilimsel katkı gerektiriyor. Uluslararası hakemli dergilerde yayımlanan bir eserle erişilen bir derece. Bu dereceyle “Bilim Doktoru” veya uluslararası kısaltmayla “PhD” unvanına hak kazanıyorsunuz. Doktora sürecimde, bilimsel katkı yapmak adına çok şanslıydım diyebilirim. O tarihte, verimlilik ölçümünde yepyeni bir yönteme teorik katkı yapmak ve uygulamak şansını elde ettim. İlgili literatürde öncü bir çalışmaydı. Bu vesileyle, tez jürimdeki Pascal Lang, Fayez Boctor, Arnold Reisman ve Muhittin Oral hocalarıma da şükran borcumu ifade etmek isterim. Tez savunmamdan bir saat önce, Case Western University’den gelen tez jürimin bağımsız üyesi rahmetli Arnold Reisman, “Reha, doğrusal programlama yöntemiyle bilime çok başarılı bir katkı yapmışsın, ancak yaşamın kendisinin doğrusal olamayacağını hiç unutma,” demişti.

Ama yurt dışından döndükten sonra, kendinize hedef olarak belirlemiş olmanıza rağmen yolunuza akademisyen olarak değil, bir bankacılık profesyoneli olarak devam ettiniz. Nasıl bir yol ayrımı sizi bu yöne itti?

Bazen planladıklarınızla hayatın akışı birbirinden farklı olabiliyor. Kanada’dan Türkiye’ye döndüğümde Bilkent’ten teklif gelmişti. Fakat ben İstanbul’da kalmak adına Boğaziçi Üniversitesi’ni istiyordum. Boğaziçi’nde ise kadro yoktu. Lisansüstü tezimde bankacılığa yönelik olarak yaptığım çalışma ilgi çekmişti. O tarihte bankanın Genel Müdürü olan Burhan Karaçam’ın daveti üzerine hiç iş aramadan birden kendimi Yapı Kredi’de işe başlamış buldum. Burhan Bey’in o dönemde bankaya transfer ettiği Amerikalı bir danışman vardı, Bill Donges adında, Citibank ve IBM kökenli. Kendisi, Türkiye’de bireysel bankacılığın evriminde çok önemli katkısı bulunan bir insandır. Burhan Bey, “Onun çevresinde bir çalışma ekibi oluşturacağım. Sen de bu ekibin başına geç,” dedi. Bill, teknolojik değişimi bilen, deneyimli ve çok akıllı bir bankacıydı. Ben böylece stratejik planlamadan sorumlu uzman olarak Yapı Kredi’de işe başladım. Dolayısıyla benim bankacılık sektörüne girişim tamamen Burhan Bey'in sayesindedir. Burhan Bey, akademisyen olacakken bankacılığa girmeme sebep olarak, benim hayatımın yönünü değiştiren sevgili bir ağabeyimdir.

İşe başladıktan sonra, Stratejik Planlama Grubu olarak, yurt dışında çok iyi eğitim almış, güçlü isimleri aramıza katarak çekirdek bir kadro oluşturduk. Operasyon Merkezi’nin (Yapı Kredi Bankacılık Üssü) planlamasını yaptık. Görüntü işleme konusunda NCR şirketi ile iş birliği yapmak üzere banka beni NCR’ın Genel Merkezi Sugar Campus - Dayton’a gönderdi. Yani, teknolojik değişimi Türkiye’ye getirmek için yoğun bir çabaya giriştik. O yıllar, Türk bankacılığının teknolojik evriminin gerçekten çok hızlı olduğu yıllardı. Burhan Bey, benim o dönemde bir yandan da üniversitede ders vermeme izin verdi. Böylece 1993 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim üyeliği de yapmaya başladım. Bankanın dönüşüm projesi için Stratejik Planlama Grubu’nda üç yıl çalıştım. Sonra Ekonomik Araştırma Bölümü’nün başına eski Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Hasan Ersel gelince, ben de araştırma kökenli olduğum için, Baş Ekonomist olarak beni yanına almak istedi. Mühendis olduğum ve ekonomi eğitimim çok fazla olmadığı için buna çok sıcak bakmadım ilk başta. Ama Hasan Hoca ısrarla istedi. Onun liderliğinde, Kurumsal ve Ekonomik Araştırma Bölümü'nü kurduk. Yaptığımız iş, temel olarak Kredi Tahsis, Risk Yönetimi, Hazine ve Dış İlişkiler yönetimlerine destek vermek ve rapor üretmekti. Zamanımın çoğu Hazine’deki kızaran - yeşeren Reuters ekranlarının başında piyasa dinamiklerini anlama çabasıyla geçiyordu.

Derken birden ekonomik krizler art arda gelmeye başladı. Önce 1994’te ciddi bir kur krizi oldu. Ben o krizde, bankanın Aktif Pasif Yönetimi Komitesi’nde görev aldım. Yüksek enflasyonlu ve oynak büyüme oranlı, zor yıllardı. Sonrasında, Asya, Rusya, Latin Amerika, ikiz depremler derken aniden 2001 finansal krizi patlak verdi. O kriz döneminde de Sorunlu Kredilerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısıydım. Sorunlu krediler krizle birlikte bir anda aşırı düzeylere yükseliverdi. Bankalar, sermaye yetersizliği sorunu ile baş başa kaldı. Herkes için çok ama çok zor zamanlardı. O dönemde krizin reel sektör üzerinde yarattığı tahribatın nasıl çözüleceği konusunda çeşitli fikirler ortaya atılıyordu. Türkiye Bankalar Birliği’nde yaptığımız bir toplantıda, literatürde okuduğum, 1970’lerde uygulanmış Londra Yaklaşımı’na benzer bir yapılandırma modelinin ülkemiz için en doğru yöntem olduğunu öne sürdüm. Varlık Yönetim Şirketi önerisiyle gelen Dünya Bankası Mali Sektör Direktörü Ira Liberman bu yaklaşımı çok beğendi. Böylece konu üzerinde çalışmaya başladık. “İstanbul Yaklaşımı” adını verdiğimiz finansal yeniden yapılandırma programının çalışma grubunda görev aldım. Bu program, borçlarını ödeyemez hale gelmiş çok sayıda şirketin yeniden ayağa kalkmasını sağladı.

Böyle krizler gerçekten çok öğretici oluyor. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki beni en çok geliştiren olaylar, yaşadığım krizlerdir. Gerçekten de çok fazla “damdan düşme” şansına sahip oldum. Benim bir başka şansım da, 1991 yılında uzman olarak başladığım Yapı Kredi’nin hemen tüm unvan kademelerinde görev yapmaktı. Bankadaki görevlerim haricinde, Yapı Kredi’nin Emeklilik, Sigorta, Menkul Değerler, Kredi Kayıt Bürosu gibi farklı mali iştiraklerinin ve Rusya, Hollanda, Almanya ve İsviçre’deki bankalarının yönetim kurullarında da yer aldım. Ardından, 2004 yılında Yapı Kredi’nin Genel Müdürlük görevine getirildim. Yapı Kredi’de uzmanlıktan başlayıp Genel Müdürlüğe kadar yükselmiş, “doçent doktor” unvanlı tek kişiyim. Fakat, 2005 yılında bankanın Koç Finansal Hizmetler'e satılmasıyla ayrıldım. “Leylekli Yapı Kredi”nin son Genel Müdürü olduktan sonra, kaderde Yapı Kredi işsizi olmak da varmış! Ancak sonrasında Yapı Kredi emeklisi olma şansına da sahip oldum. Böylece, aynı kurum içerisinde uçtan uca tüm unvan kademelerini yaşadım diyebilirim.

Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyken İbrahim Kavrakoğlu hocamın söylediği ‘Hayatta en önemli şey bildiğini paylaşabilmek! sözü hep kulağıma küpe oldu. Onun tavsiyesine uyup, sonraki iş yaşamım boyunca üniversitelerle yakın ilişkimi hiç kesmedim ve yarı zamanlı öğretim üyesi olarak dersler verdim. Halen de genç kuşaklarla nesiller arası deneyim paylaşımından büyük keyif almaya devam ediyorum.

Kariyeriniz boyunca üniversitelerle bağınız hep devam etti mi?

Evet, çalışma hayatımın paralelinde yaklaşık 30 yıl boyunca üniversitelerdeki derslerim de devam etti. 2000 yılında Üniversitelerarası Kurul aracılığıyla Üniversite Doçentliği unvanını da kazandım. Yayınlarım Google Scholar’da 2 bine yakın atıf aldı. Kısacası, akademik yaşamdan kopmamak için çok çaba sarf ettim.

Çalıştığım tüm kurumlar da, Tekfen dahil, buna izin vererek akademik hayatın içinde kalmama yardımcı oldu. Yaklaşık 25 senedir, Marmara Üniversitesi’nde doktora dersi veriyorum, “Bankacılıkta Stratejik Planlama ve Yönetimi” konusunda. Ayrıca 2006’dan bu yana Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi’nde yüksek lisans düzeyinde “Money & Banking” derslerim var. Sabancı Üniversitesi’nin Kurucu Dekanlarından rahmetli Prof. Dr. Muhittin Oral, Kanada’da doktora tez hocam olduğundan, Sabancı Üniversitesi ile hep iyi ve yakın ilişkilerim oldu. Muhittin Hoca’yı anmışken bahsetmeden geçemeyeceğim...

Muhittin Hoca’nın tez danışmanı rahmetli Prof. Dr. Arnold Reisman, tez danışmanım Muhittin Hoca, ben ve benim tez danışmanlığını yaptığım Dr. Ahmet Burak Emel, ki kendisi şu an Tekfen Sigorta’nın Genel Müdürüdür, ticari bankacılık sektöründe “kredi skorlama” yaklaşımı hakkında ortak bir makale yazdık. Dört kuşağı bir araya getiren ve belki de literatürde tek olan makalemiz, 2003 yılında “Socio-Economic Planning Sciences” dergisinde yayımlandı. Kendi adıma, kuşaklar arasındaki iletişime çok önem veriyorum. Benim derslerde yaptığım şey, büyük ölçüde deneyimlerimi aktarmak; öğrencileri teorinin yanında pratikle de desteklemek. Tabii gençlerle birlikte olmak da beni besliyor, bana güç veriyor. Bir gün, büyük oğlumun üniversitedeki dersinde, hocası benim 1990 yılında yazdığım bir makaleyi ekrana yansıtınca, oğlum fotoğrafını bana yönlendirdi. Çok farklı bir keyifti...

Aynı şekilde sizi sosyal çalışmalarınızla da tanıyoruz. Birçok sivil toplum örgütünde aktif olduğunuzu biliyoruz. Bu da sizin enerji kaynaklarınızdan biri mi?

Kesinlikle öyle. Benim bu yola girmemde Zekeriya (Yıldırım) Bey’in önemli rolü var. Kendisi 2012 senesinde, Tekfen’de henüz görev üstlenmemişken, beni Darüşşafaka Cemiyeti’nin yönetimine davet etti. Ben o dönemde Tekfen’de çalışıyordum, aynı zamanda Galatasaray’ın üyesiydim. Bu nedenle yönetici olarak değil de, sade üye olarak cemiyete katılmak istedim. Zekeriya Bey, benim gıyabımda o dönem Tekfen’in Grup Şirketler Başkanı Erhan Öner ile görüşüp, Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu’na girmem için izin almış, benden habersiz. Böylece kendimi bir anda cemiyetin yönetiminde buluverdim. Şunu söylemem gerekir ki, Darüşşafaka ailesi hayata dair bana çok şey kattı. Orada çocuğuyla, genciyle, öğretmen kadrosuyla, yaşlısıyla, gönüldaşlarıyla hayata dair çok şey öğrendim. Yüksek Danışma Kurulu Üyesi oldum, Yönetim Kurulu Üyesi oldum. Darüşşafaka ile birlikte hayatıma filantrofik bir boyut daha eklenmiş oldu.

Daha sonraları, Galatasaray Eğitim Vakfı (GEV), Galatasaraylılar Yardımlaşma Vakfı (GSYV), Boğaziçi Üniversitesi Vakfı (BÜVAK), Tekfen Vakfı, Yönetim Kurulunda Kadın Derneği (YKKD) ve Türkiye İç Denetim Enstitüsü (TİDE) gibi toplumsal örgütlerin mütevellileri arasında yer aldım. Ayrıca İTÜ, Boğaziçi, Sabancı ve Galatasaray Üniversitelerinde çeşitli danışma kurullarına davet edilip görevler üstlendim.

Özetle, ortaya karışık bir kariyer öyküm var diyebilirim. Yarı akademik, yarı profesyonel, yarı yönetim, yarı denetim, yarı filantrofik, yarı finansçı, yarı reel sektör çalışanı bir kariyer. İlginç bir not da, kariyerimin çok büyük bir kısmının Büyükdere Caddesi’nde geçmiş olması. 1970’li yıllarda Selçuk Alagöz’ün bir şarkısı vardı, “Malabadi Köprüsü, orada başladı bitti şu garibin öyküsü” diye. Benim Malabadi Köprüm de “Büyükdere Caddesi”dir.

Tekfen maceranız nasıl başladı?

Yapı Kredi’den ayrıldıktan sonra çeşitli bankalardan ve holdinglerden teklifler gelmeye başladı. O dönemde kamudan da davet aldım. Yine, o sırada Mehmet Erten Tekfenbank’ın Genel Müdürüydü. Kendisi, bankada Yönetim Kurulu Üyesi olmam için bizzat aradı. Ercan Kumcu Bey’le de öncesinden bir hukukumuz vardı. Ercan Bey ve Mehmet Erten ile buluştuk. Böylece Tekfenbank’ta, kurucumuz rahmetli Necati Akçağlılar’ın yerine Yönetim Kurulu’na dahil oldum. Necati Bey’in yerine seçilmek benim için çok büyük bir şerefti. Aradan birkaç ay geçtikten sonra, 2006 yılının Ekim ayında Mehmet Erten, Tekfen Holding’in halka arz planı olduğunu ve o dönemde Grup Şirketler Başkanı olan Erhan (Öner) Bey’in bu operasyonun başına beni getirmek istediğini söyledi. Konuştuk, bu görev benim de çok ilgimi çekti. Böylece 2006 yılında benimle birlikte ihdas edilen Kurumsal İşlerden Sorumlu Grup Şirketler Başkan Yardımcısı unvanıyla ve halka arzdan münferiden sorumlu olarak Tekfen Holding ailesine katıldım. Bu dönemde Taahhüt Grubu’nda Ümit Özdemir, Tarımsal Sanayi Grubu’nda Esin Mete, Bankacılık Grubu’nda Mehmet Erten, Emlak Geliştirme Grubu’nda Mehmet Erktin, Yatırım ve Hizmet Şirketleri Grubu’nda da Ahmet İpekçi Başkan Yardımcısıydı. Hepsiyle çok güzel bir uyum içinde çalıştık.

Halka arz sürecinde Erhan Bey’in verdiği destek de benim için unutulmazdır. Büyük ölçekli bir halka arzdı. İş Yatırım ile çalışmaya karar vermiştik. Ancak, izlediğim yol konusunda bazı yabancı ortaklı yatırım bankaları ve aracı kurumlar beni Tekfen’in kurucu ortaklarından rahmetli ve sevgili büyüğümüz Feyyaz (Berker) Bey’e şikâyet etmişler, “Reha çok yanlış yapıyor. Hissenin yurt dışı kurumlarının da ilgisini çekmesi için mutlaka bir yabancı ortaklı aracı kurum gerekir!” diye. Erhan Bey beni ve İş Yatırım sorumlularını dinledi, sonra, “Nasıl yapıyorsan aynen devam et!” diyerek çok büyük bir güven gösterdi. Gerçekten de son derece başarılı bir halka arz oldu. Yurt içi ve yurt dışı yatırımcılardan yaklaşık 9,5 kat talep geldi. Önemli bir fon yaratıldı. Borsa’da ilk kez Tekfen için “gong çalma töreni” düzenlendi. İstanbul Yaklaşımı gibi, Tekfen’in halka arzı da benim hayatımdaki çok önemli köşe taşlarından biridir. O dönemde aldığımız bazı riskleri almayıp halka arzı geciktirseydik, 2008 küresel krizine yakalanıp büyük bir fırsatı kaçırmış olacaktık.

O süreçle ilgili olarak unutamadığım bir anım daha var. SPK izni için hazırlıklara devam ettiğimiz sırada bir gün SPK’dan beni aradılar, dediler ki “Merkez Bankası’ndan şirket hakkında bir rapor gelmesi lazım. Bunu hızlandırmak için bir şey yapabilir misiniz?” Bunun üzerine Merkez Bankası’ndan tanıdığım ve çok sevdiğim bir müşavir ağabeyimi aradım. “Ağabey, Tekfen için acil rapor gerekiyormuş, yardım edebilir misin?” diye. Yarım saat sonra beni geri aradı, “Ya Reha, burası nasıl bir şirket?” dedi. “Protestolu senedi yok, karşılıksız çeki yok, arkadaşlar soruyorlar, gerçekten böyle bir şirket de var mıymış diye. Yazıyı hemen gönderiyoruz,” dedi.

Holding’e geldiğim ilk dönem, bugünkü D Blok’ta çalışıyordum. Hatta oraya arkadaşlarımın taktığı özel bir ad vardı, “Dolding” diye. Dolding’de çok güzel anılar biriktirdim. Bu anıların çoğunda birlikte olduğumuz, şu an aramızda olmayan yakın çalışma arkadaşım Kemal Çelik’i ve yakın zamanda kaybettiğimiz sevgili Nil Özönder’i de rahmetle anıyorum. Tekfen, güzel anılar biriktirilen bir kurumdur. Sıkı dostlukların kurulduğu, işlerin dostça yapıldığı bir yerdir.

Bir gün, şirketimizin kurucularından Onursal Başkanımız Nihat (Gökyiğit) Bey beni odasına çağırdı. Eski Baş Hukuk Müşavirimiz Atila Purut Ağabey de oradaydı. Atila Ağabey ile bir konuda taban tabana zıt düştük. Bunun üzerine Nihat Bey, Atila Ağabey’i bir dosyayı getirmesi için kibarca odadan çıkardı. Ardından, “Reha, ben seni çok iyi anladım, dediğin gibi yapacağız. Ancak Atila’yı da üzmeden ikna etmemiz lazım. O görev bende,” dedi. Bu olay, Tekfen'deki uzlaşı kültürünün bir örneğidir.

Yapı Kredi’den ayrıldıktan sonra Tekfenbank’ta, kurucumuz rahmetli Necati Akçağlılar’ın yerine Yönetim Kurulu’na dahil oldum. Necati Bey’in yerine seçilmek benim için çok büyük bir şerefti. Bunun hemen ardından, 2006 yılında benimle birlikte ihdas edilen Kurumsal İşlerden Sorumlu Grup Şirketler Başkan Yardımcısı unvanıyla ve halka arzdan münferiden sorumlu olarak Tekfen Holding ailesine katıldım.

CFO’luğa atanmanız nasıl oldu?

Kurumsal İşler, benimle birlikte oluşturulmuş bir yönetim birimiydi. O zaman, kurum içindeki koordinasyonu sağlamak gibi bir görev tanımım da vardı. Halka arzla beraber bir kurumsal yapılanma gerekiyordu. Bu yönde çalışmalarımız oldu. İlk başta bölümde sadece ben vardım, sonra ekip giderek genişledi. Bazı yeni birimler kurduk, halka açık şirketlerde olması gereken. Yıllar sonra Eurobank Tekfen’in Burgan Bank’a satılmasında da tek yetkili olarak görevlendirildim. Bunlar tabii insanı gururlandıran şeyler. 2019 yılında görev tanımım CFO (Chief Financial Officer) olarak değişti. Öncesinde de bu fonksiyon 2016 yılına kadar bana bağlıydı, ancak 2019 yılındaki organizasyon ile resmen CFO unvanını üstlendim. Tekfen’de, bugüne kadar birçok farklı sorumluluklarım oldu. Tüm görevlerimde de hem hissedarlar hem de yönetim kurulu bana, akademik ve bankacılık kariyerimden gelen bilgi birikimimi de kullanabileceğim çok hoşgörülü bir ortam sağladı. Bundan dolayı da hepsine müteşekkirim.

Günümüzde “değişim” anahtar kelimelerden biri. Özellikle pandemi, bireylerin yaşamı kadar iş dünyasındaki dengeleri de hızla değiştirdi. Ekonomi zorlu bir döneme girerken, dünyadaki belirsizlikler arttı. Yakın zamanda baş gösteren sıcak çatışmalar da ortamı biraz daha zorlaştırdı. Bu süreç hakkındaki görüşleriniz ve bundan sonraki beklentileriniz neler?

Evet, gerçekten de kara çalı gibi birdenbire hayatımıza giren, hepi topu 0.85 attogramlık Covid-19 virüsü, 2020’nin başlarında atom bombası gibi düştü yerküreye. Artçı dalgaları da farklı adlarla halen gelmeye devam ediyor. Şöyle bir geriye bakarsak, kısa zaman geçmesine karşın pandemi öncesinde hepimizin dünyası çok ama çok farklıydı. “Filyasyon, HES kodu, R değeri, Biontech, Sinovac, yakın temaslı, PCR testi” gibi kavramlardan bihaberdik ama çok daha özgürdük. Profesyonel yaşamımda çok değişik risklerin gerçekleştiğine ve krizlerin oluştuğuna tanık oldum. Birçok vesilelerle likidite riski, kur riski, kredi-alacak tahsilat riski, faiz oranı riski, operasyonel risk, sermaye riski, mülkiyet riski, borç krizi nedeniyle ülke riski, hatta deprem riskinin bile teoriden pratiğe geçtiğini gördüm. Virüs riski ise zaman zaman gündeme gelmiş, ancak hep teğet geçmişti. Bill Gates’ten başka bu riski bu kadar ciddiye alan kimse de yoktu. Ama bu kez ters yoldan ve çok hızlı geldi üstümüze. 16 Mart 2020’de Sağlık Bakanı’nın ekran başına geçmesiyle, hepimizin yaşam tarzı aniden değişiverdi.

Maaşlı beyaz yakalılar olarak, hafta içinde sakal bırakacağımız herhalde hiçbirimizin aklına gelmezdi. Ya da ekranın başına sabahtan baykuş gibi çöküp, yemek masasının kenarında saatlerce bekleyeceğimiz... O webinar senin, bu webinar benim, zoom-in zoom-out yapacağımız... Hatta online ders yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalacağımız... Reel yaşamdan sanal yaşama bu kadar hızlı geçeceğimizi hiç ama hiç hayal edemezdik. Gerçekten aklımıza bile gelmeyecek bir durum başımıza geldi. Birdenbire kendimizi VUCA dünyası diye tabir edilen, belirsizlikle dolu ve karmaşık bir ortamın içinde buluverdik. Bununla birlikte öngörülemeyene adaptasyon, yeni normal, değişim, esneklik, etkinlik gibi kavramlar çok fazla öne çıktı. Dijitalleşme, plaform kökenli paylaşım ekonomisi, açık bankacılık, yapay zekâ, makina öğrenmesi, büyük veri, demografik değişim, siber güvenlik, iklim değişimi, net sıfır emisyon hedefi gibi kavramlar finans fonksiyonun evrimini ve kurumların iş yapış şekillerini birdenbire ve kökten değiştiriverdi. Belki bu paradigma sıçraması zaten kaçınılmazdı, ama pandemi çok etkili bir itici güç olarak bu değişimi hızlandırdı. Örneğin, bankalar bile bir günde evden çalışma düzenine geçiverdiler, oysa daha önce BT yöneticilerinden böyle bir şey istense, "En az altı aya ihtiyacımız var!" derlerdi herhalde. Özetle, pandeminin endemiye evriliş öyküsüne hep birlikte tanıklık ettik. Hepimiz için, çok farklı bir öğreti ve deneyim oldu. Kendi adıma, ben de bu süreçten çok fazla şey öğrendim. Pandeminin iyi yanı ise, sosyoekonomik açıdan yaşamın ortak olduğunu, birbirimizle empati kurarak yaşamamız gerektiğini ve şefkatli yönetimin gereğini bizlere hatırlatmış olması.

Pandemi ile CFO’ların iş yapış şekli nasıl değişti?

CFO’lar, yeni VUCA dünyasında değer yaratımı için tüm örgüt katmanlarında stratejik roller üstlendiler. Artan riskler ve kara kuğu şeklinde aniden vuku bulan krizler günümüz CFO’larının daha çevik, daha esnek, daha dayanıklı ve Nassim Taleb’in tabiriyle daha “antikırılgan” olmalarını şart kıldı. Artan şirket birleşmeleri ve satın almaları; dünya genelinde uzunca bir süredir süregelen düşük ve hatta negatif faiz oranlarının ardından uzun soluklu parasal genişlemelerin bir sonucu olarak yeniden hızlanan enflasyon olgusu; sınır ötesi sermaye akımlarında oluşan tedirginlikler; jeopolitik sorunlar; yeni yaptırımlar; oynak getiri oranları; değişen ve sıkılaşan regülasyonlar; tedarik zincirlerindeki ani kopmalar; hızla değişen müşteri talep ve beklentileri; finansal krizler karşısında helikopter para ile niceliksel genişleme suretiyle krizi aşmak için piyasalara para pompalayan dünya merkez bankalarının sıra dışı kararları; işsizlik sorunsalı; yüksek borç stokları; dijital hızlanış; sürdürülebilirlik rüzgârı; yapay zekâ, büyük veri ve platform ekonomisi, yeni nesil CFO’ların yetkinlik kümesini de farklılaştırıverdi. Veri ve iş analitikleri CFO’ların kan kardeşleri oldu. Artık, refleksleri çevik, yüksek adaptasyon gücüne sahip kuvvetli CFO’ların (eğer futboldan bir benzetme yapacak olursak örgüt içinde on numara - beş yıldız) olmaları zorunlu hale geldi.

Kısacası, CFO’luktan (Chief Financial Officer) CPO’luğa (Chief Performance Officer) dönüşüm sürecindeyiz. CFO’ların, C katında dolaşırken bir yandan CEO’ların en yakın çalışma arkadaşı, öte yandan CI(T)O (Chief Information -Technology- Officer) ve CIA (Certified Internal Auditor) / CRO (Chief Risk Officer) ile eşgüdümlü ve birlikte çalışarak, yönetim kurulları ile denetim ile risk komitelerinin karar süreçlerine destek sağlamaları ve stratejik kararların paydaşı olmaları bekleniyor.

Günlük işler bazında artık CFO’ların kontrolörlükten stratejistliğe evrilişine tanık oluyoruz. Günümüz CFO’larının yasalara uyumu sağlamak, maliyet kontrolü yapmak, dijital dönüşüme öncülük etmek ve yönderlere yön göstermek gibi sorumlulukları da var. Artık CFO’lar, anahtar performans ölçütleri ile işletme içi performansı sürekli ölçmek zorundalar. Özetle, yeni nesil CFO’lar için “değişimin örgüt içi öncüleri” diyebiliriz. Mesela, bizim şirkette “Kadrolu/Bordrolu Muhalif” lakabına sahip olmak benim için bir övgü kaynağı; bazen, “Çarşı her şeye karşı!” diye düşünülüyor olsa da…

Konu hazır “Çarşı”ya gelmişken, duvarınızda asılı olan “İmzadan önce Reha Bey gördü mü?” sözünün hikâyesini de paylaşır mısınız bizimle?

“Reha Bey gördü mü?”, Erhan (Öner) Bey ile özdeşleşmiş bir söz. Önüne bir evrak getirildiğinde, ilk söylediği şey bu olurdu. Yani konuyu dikkate almasının ilk şartı, benim o evrakı önceden görmüş olmamdı. Eğer Reha Bey gördüyse, ona göre bakacak. Tabii burada zorda olan kişi, Reha Bey! Arkadaşlar şirketteki 10. yılımda bu sözlerin yazılı olduğu bir pano yaptırmışlar, çok hoşuma gittiği için duvarıma astım ben de. Benim şirketteki bir lakabım da “Kurumsal Muarız!” Çünkü doğuştan inatçı bir tarafım var. Boşuna değil, öğrencilik yıllarımdan itibaren lakabım da “Keçi”ydi. Bir gün Zekeriya Bey ile odamda oturuyoruz, o tarihteki Yönetim Kurulu Başkanımız Murat (Gigin) Bey geldi. “Beş dakikalığına Reha’yı ödünç alabilir miyim?” diye espri yaptı. Zekeriya Bey, “Tabii, ben zaten gidiyordum,” dedi. Murat Bey de niçin beni istediğini açıklamak için, “Bir konuda ‘Hayır’ dememiz lazım, bunu en iyi söyleyebilecek kişinin Reha olduğunu düşündük,” dedi.

Şirketlerde uyum kadar muhalefet de lazım tabii. Çünkü tüm olay, şirket için doğru olduğunu düşündüğüm şeyleri açıkça dile getirmekten ibaret. Bu “muarızlık” görevini de iyi ve dengeli bir şekilde yaptığımı düşünüyorum. Bir gün Galatasaraylı bir arkadaşım, “Melo gibi adamsın!” dedi. “Niye?” diye sordum. “Topa çok sert giriyorsun, ama hiç kırmızı kart almadan hep sarıyla idare ediyorsun,” diye cevap verdi.

“Gençler için anahtar kelime ‘geleceğe odaklanmak’, çünkü dikiz aynasında yaşanmıyor. Karmaşıklıkla baş edecek yetenek kümesini geliştirmek, değişimi anlamak, kararlı, dayanıklı ve çevik olmak, kırılgan olmamak, sürdürülebilirliği hayatının temeline koymak, diğer anahtar kavramlar.

Tüm dünya gibi Tekfen de bir dönüşüm içinde. Siz geleceğin Tekfen’ini nerede ve nasıl hayal ediyorsunuz?

Tekfen de, günümüzdeki her şirket gibi değişimi takip etmek zorunda, çünkü kendini değiştirmeyen kurumların bir geleceği yok artık günümüzde. Değişen ihtiyaçlara, yeniliklere yönelmezseniz büyüyemezsiniz. Tekfen’in uğraştığı endüstriler daha çok kahverengi endüstriler. İster taahhüt işleri olsun, ister gübre sektörü olsun, hep toprakla ilgili sektörler. Bu sektörlerde bir yandan yenilikleri takip ederken, bir yandan da farklı fırsatları kollamamız kaçınılmaz. Bu açıdan özellikle inovatif girişimlere yatırım yapan Tekfen Ventures’ın çalışma ve yatırımlarını da önemsiyoruz.

Diğer yandan, Tekfen gibi büyük yapılarda değişimin kolay olmadığı da bir gerçek. Şartlar itibarıyla çok zorlu bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan da halka açık bir şirketiz. Hissedarların beklentilerini gözetmek gerekiyor, yeni hedeflere uyumu çok hızlı sağlamak gerekiyor. Covid gerçeğini de yabana atmamak lazım. Bazı endüstriler kendilerini yeni koşullara daha kolay adapte ettiler, ancak birçok endüstri kolu da pandemiden olumsuz etkilendi. Tekfen’in önündeki en önemli konulardan biri, insan potansiyelinin en hızlı şekilde adaptasyonu. Taahhüt, bizim en önemli kaslarımızdan biri. Buradaki dönüşüm elbette önemli. Taahhüt sektörü, döngüleri olan bir sektör. Bazen çok yukarıda seyrediyor, bazen de, şimdi olduğu gibi, mevcut projelerin sonuna gelinen dönemler oluyor. Dünyadaki şartlardan dolayı şu anda yeni proje üretmekte bazı zorluklar olsa da, bu ilk kez karşılaşılan bir durum değil. Tekfen, uzun bir geçmişi olan ve kendini zamanın gerekliliklerine uydurmayı her zaman başarmış bir kurum. Bundan sonra da bu adaptasyonu en iyi şekilde yapacağından hiç kuşkum yok. Ama değişimin kurumun kimyasına ve değerlerine uygun olması da çok önemli. Tabii CFO olarak benim bu dönüşümdeki en önemli rolüm, Grup Şirketlerimizin nakit akışlarını koordineli şekilde yönetebilmek.

Üniversitelerdeki görevleriniz vesilesiyle gençlerle çok yakın bir ilişkiniz var. Başarılı bir kariyer için onlara neler önerirsiniz?

Anahtar kelime, “geleceğe odaklanmak”, çünkü dikiz aynasında yaşanmıyor. Karmaşıklıkla baş edecek yetenek kümesini geliştirmek, değişimi anlamak, kararlı, dayanıklı ve çevik olmak, kırılgan olmamak, sürdürülebilirliği hayatının temeline koymak, diğer anahtar kavramlar. Kariyer sadece iyi bir eğitim demek değil. Çözümün paydaşı olmak, empati kurabilmek, insanı ve tüm canlıları sevmek, gündemi ve devinen ihtiyaçları çok iyi anlamak, iletişime açık olmak ve geçmiş deneyimleri es geçmemek de en az o kadar önemli. Ve tabii önce sağlık! Bence yaşamın tılsımı, mutlu olmayı başarabilmek. Gençlere tavsiyelerimi madde madde sıralayacak olsam, şunları söylerim:

  • Kendinizi ve kişilik özelliklerinizi iyi tanıyın.
  • Sağlığınızı her değerin üzerinde tutun.
  • Kaybettiklerinize üzülmek yerine sahip olduklarınıza şükredin.
  • Meraklı ve İnatçı olun.
  • Sakın ola “ev genci” olmayın.
  • Özgüveninizi ve öz saygınızı eksik etmeyin.
  • Tüm canlılarla empati içinde yaşayın.
  • Çeşitliliğe özen gösterin.
  • Bilimsel düşünceye önem verin.
  • Değişime ayak uydurun.
  • Doğayı ve sunduklarının kıymetini iyi bilin.
  • Öğrenim güdünüzü/isteminizi hiç yitirmeyin.
  • Sorunun değil, çözümün paydaşı olun.
  • Konulara sistemsel yaklaşın ve bütünselliğe önem verin.
  • Ait olduğunuz toplumun özelliklerini içselleyin.

Bu güzel sohbet ve tavsiyeleriniz için teşekkür ederiz.

Doç. Dr. Osman Reha Yolalan kimdir?

1961’de İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’nin ardından İTÜ İşletme Fakültesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi’nden Endüstri Mühendisliği dalında yüksek lisans derecesini aldıktan sonra 1990’da Kanada’nın Laval Üniversitesi’nde Yönetim Bilimleri doktorasını tamamladı. 1991’de Yapı ve Kredi Bankası Stratejik Planlama Grubu’nda uzman olarak çalışma hayatına başladı. Yapı Kredi’de 1994-2000 yılları arasında Kurumsal ve Ekonomik Araştırmalardan Sorumlu Bölüm Yönetmenliği, 2000-2004 arasında Finansal Analiz ve Kredi Risk Yönetiminden Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı, 2004-2005 yılları arasında da Genel Müdürlük görevlerini üstlendi. Aynı zamanda, bankanın yurt içi ve yurt dışı mali iştiraklerinde de Yönetim Kurulu Üyeliklerinde bulundu.

2006 yılında önce Tekfenbank Yönetim Kurulu Üyesi olarak, ardından da Tekfen Holding’in halka arzını gerçekleştirmek üzere Tekfen Grubu’na katıldı. 2007-2012 yılları arasında Eurobank Tekfen’in İç Denetimden Sorumlu Komite Başkanı olarak Yönetim Kurulu’nda yer aldı. 2006-2019 yılları arasında Tekfen Holding Kurumsal İşlerden Sorumlu Başkan Yardımcısı olarak görev yaptıktan sonra, 2019 itibarıyla Mali İşlerden Sorumlu Başkan Yardımcılığı görevini üstlendi. Çeşitli Tekfen Grup Şirketlerinde Yönetim Kurulu Başkanlığı, Başkan Vekilliği ve Üyeliği, ayrıca 2016-2021 yılları arasında QNB Finansbank’ta Bağımsız Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı. Halen de QNB Finans Faktoring’de Bağımsız Yönetim Kurulu Üyeliği görevi devam ediyor.

2000 yılında Yöneylem Araştırması Ana Bilim Dalı’nda Üniversite Doçenti unvanını aldı. 1993 yılından bu yana Boğaziçi, Marmara ve Sabancı Üniversitelerinde ekonomi ve finans alanında yarı zamanlı öğretim üyesi olarak lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri veren Reha Yolalan’ın bankacılıkta etkinlik, kârlılık, performans, kredi skorlama ve risk ölçümü üzerine yayınları bulunuyor.