Merhaba,

Yazı yazmayı özledim!

Doğru, dijital T Bülten’in meziyetleri çok, video mesaj paylaşabilmek de bunlardan bir tanesi, ancak bunların çekimi sırasında ne diyeceğimden çok, “Nasıl çıkacağım, nereye bakacağım, yakam düzgün mü?” endişesiyle esas söylemek, sizlerle paylaşmak istediğimi unutuyorum. Bu nedenle, siz de kabul ederseniz, salgınla birlikte lügatimize ve daha da önemlisi yaşantımıza giren “hibrit” şekilde, yani bazen video bazen de yazı yoluyla sizinle olacağım.

Hibrit demişken, size iki gün önce olanlardan bahsetmek isterim. Okulu ile oldukça güçlü bir gönül bağı ve hâlâ da yakın teması olan biri olarak, yıldan yıla Boğaziçi Üniversitesi’nin eğitim öğretim yılı başlarken düzenlediği “Mezun Gözüyle Boğaziçili Olmak” günlerine konuşmacı olarak katılmaktan onur duyarım. Önceleri bilfiil kampusta, son iki yıldır ise çevrimiçi olarak bu anlamlı görevi yerine getirmekle okuluma vefa borcumu ödüyorum. Gençler heyecanla dinliyor mu bilmem ama, ben her sene karşılarına heyecanla çıkıyor ve yıldan yıla güncellediğim “Su akar, yolunu bulur” başlıklı sunumuma başlıyorum. Bunun için de o gün, daha bir özenle giyiniyor, zoom'u açmadan önce arka planda ofisin en derli toplu köşesinin ve Tekfen Holding logosunun görüneceği bir açı belirleyerek ekranın, yani yüzlerce gencin karşısına geçiyorum… Fakat heyhat! Nerede o yüzlerce yüz? Yok! Siyah kutucuklar ve altında isimcikler dolu bir ekran var karşımda ama ben hikâyeyi yine de büyük heyecanla, simsiyah bir ekran karşısında anlatmak zorundayım.

Anlattığım hikâye de aslında mezun olduktan sonra hangi yollar, maceralar, şanslı ya da talihsiz olaylar neticesinde bugünlere gelmemden ibaret. Mesela, Boğaziçi’nde dersler arasında (ya da ders kırıp) okulun en güzel noktası olan “Manzara”da saatlerce muhabbet ettiğimizi anlatırken, birden uyanıyorum ki bu çocuklar bırakın Manzara’da oturmayı, lise mezuniyet balosuna dahi gidememiş çocuklar. Ya da, ilk işimi Cumhuriyet Caddesi’nde yürürken bir arkadaşıma rastlayarak bulduğumu anlatırken, artık gazetelerin İK ekleri diye bir şey kalmadığını, kariyerlerin neredeyse tümüyle LinkedIn üzerinden yönetilir olduğunu aklıma getiriyorum. Diyeceğim o ki, bu gençlerin dünyaları benimkinden o denli farklı ki, belki de hikâye anlatırken yüzlerini görmemem isabetli, yoksa hayretler içerisinde “Bu kadın ne anlatmaya çalışıyor bize?” diyen gözlerle karşılıklı bakışırdım.

Onlara “yolluk” niyetine bir şeyler söylemeye çalışırken şöyle der buldum kendimi: “Size her nasıl bir dünya bıraktıysak, bunun da suçlusu her kimse, sizler bugün bu gerçekle yaşamak ve dünyamızı korumak zorundasınız, çünkü ondan bir tane var. ‘Mars’ta hayat var mı?’ diye aramak yerine, olanın kıymetini bilip, onu korumaya, kurtarmaya ne dersiniz? Neredeyse her şeyi oturduğunuz yerden, online halletme imkânınız varken, kaçınız 10 kilometreyi iyi bir tempoda, soluksuz koşabiliyorsunuz? Kaçınız koyun bir ucundan diğerine, sırtınızda küçük bir çocuk ya da yaşlı bir nine taşıyarak yüzerek geçebilirsiniz? Kaçınız ıssız bir yerde ateş yakabiliyorsunuz? Birkaç saatliğine çöken Whatsapp, Facebook ve Instagram karşısında hanginiz panik olmadı?”

İnsanoğlu olarak müthiş uçlarda ve ikilemler içinde yaşadığımız bir dünyadayız. İnsanlığımızı ancak başımıza bir felaket gelince hatırlar olduk. Ve başımıza bir değil, ardı ardına kaç felaket geldi? Yeni neslin sorumluluğu her zamankinden ağır. Ben kendi oğluma ve o gün yüzlerce üniversiteliye bakınca yine de umut etmek istiyorum, öyle de yapacağım. Ya siz?

Sevgilerimle,

Dori Kiss Kalafat

dori.kiss@tekfen.com.tr