SÖYLEŞİ
“Bir gün bu koltukta
oturacağım aklımdan
bile geçmezdi”
TEKFEN İNŞAAT GENEL MÜDÜRÜ MUSTAFA ŞAHİN KOPUZ İLE SÖYLEŞİ
Geçtiğimiz Mart ayında Tekfen İnşaat Genel Müdürlüğü görevini devralan Mustafa Şahin Kopuz, kendini tez canlı bir yönetici olarak tanımlıyor. Günümüzde hızlı karar almanın ve kurumsal çevikliğin artık kaçınılmaz olduğunu söyleyen Kopuz, tüm şirket çalışanlarının inovatif fikirlerle bu çevikliğe katkıda bulunması gerektiğine inanıyor. Kendisine dün, bugün ve yarın hakkında sorduğumuz soruları içtenlikle yanıtlayan Mustafa Şahin Kopuz, aldığı sorumluluğun ağırlığını her an hissettiğini, ama 25 yıllık deneyimlerini Tekfen İnşaat’ın daha da ileriye gitmesi için kullanacak olmaktan büyük heyecan duyduğunu söylüyor.
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
1968 yılında Samsun’da doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Samsun’da tamamladım. Eski adıyla Maarif Koleji’ne (sonradan Samsun Anadolu Lisesi) gittim. Bunu özellikle belirtiyorum, çünkü ortaokul ve lise yılları hayatımda önemli bir yere sahip. Üniversiteyi Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde okudum. İnşaat Mühendisliği Fakültesi mezunuyum. Üniversite biter bitmez, Tekfen’in o zamanki en büyük projelerinden biri olan Samara’da (Rusya) çalışmaya başladım. O gün bugündür de Tekfenliyim.
Tekfen’e katılmanız nasıl oldu? Öğrenciyken takip ettiğiniz bir şirket miydi?
Üniversitede inşaat mühendisliği okuyorsanız takip ettiğiniz 4-5 şirket vardır. Tekfen de bunlardan bir tanesidir. Her son sınıf öğrencisi gibi ben de büyük şirketleri, özellikle de yurtdışında çalışan şirketleri takip ediyordum. Açıkçası özellikle Tekfen’i hedeflememiştim, ama başvurduğum 4-5 firmadan biriydi. Tekfen oldu. Ben başka bir firmada hiç çalışmadım. Onun için mukayese şansım yok, ama burada yaşadıklarıma baktığımda, iyi ki de Tekfen olmuş diyorum.
Daha eski yıllarda Tekfen’e girmek için Haldun Erktin’in ciddi bir sınavından geçmek gerekirmiş. Siz de böyle bir sınavdan geçtiniz mi?
Açıkçası sınavı şantiyede geçirdik. Benim dönemimde Tekfen İnşaat’ın başında Murat (Gigin) Bey vardı. Samara projesi 1993 yılında başlamıştı, ama ben 1994 yılında katıldım. Tekfen’in en büyük projelerinden biriydi. Dolayısıyla ondan sonra beraber çalışacağım birçok ağabey ve arkadaşımla orada tanıştık. Rusya bizim için büyük bir deneyimdi. Berlin Duvarı yıkılınca, Doğu Almanya’daki Rus askerlerinin memleketlerine dönebilmesi için Rusya’nın değişik bölgelerinde uydu şehirler yapılıyordu. Samara da bunlardan birisiydi. Hem yaşam üniteleri hem de okul, kreş, hastane, alışveriş merkezi gibi sosyal üniteleri vardı. Yaklaşık 5 bin kişilik bir kasabadan söz ediyoruz. Üstelik bunu Samara gibi iklim şartlarının ağır olduğu bölgede yapıyorsunuz. Tekfen’in o güne kadar soğuk iklim tecrübesi yoktu. İşi zor tarafından öğrendik.
Sizin projedeki göreviniz neydi?
İlk gittiğimde kreş binasına verdiler beni. Bodrum katın ısı izolasyonunu sağlamak için binanın dış çeperine 60 cm kalınlığında keramisitli beton (hafif beton) döküyorduk. Özel bir beton olduğu için gün boyunca bütün şantiyenin beton işlerinin bitmesini bekliyorduk. Bu da gece 1’i buluyordu. Keramisitli betonu, beton pompaları basamıyordu. Kova tabir ettiğimiz, kule vincin kancasına takılan aparatlarla sabaha kadar beton döküyorduk. Toprak 1,5 metre donardı. Kanal açabilmek için testereye benzer ataşmanlar takılmış ekipmanlarla toprak kesilir, bloklar halinde çıkarılarak kanal açılırdı.
“Bunları yaşamak için okumamıştım” diye düşündüğünüz oldu mu hiç?
Açıkçası oluyordu elbette. Ama sonrasında, bir şeyler ortaya çıkmaya başlayınca keyif almaya başlıyorsunuz. Benim için müthiş bir tecrübeydi. Celal (Erbil) Bey proje müdürümüzdü. Şimdi böyle güleryüzlü olduğuna bakmayın, sert mizaçlıdır. İlk projemdi ve kendisinden epey korkardım. Bir gece beton dökeceğiz. Telsizle şefim ile konuşuyoruz. Şefime, “Kontrol ekibine haber verseniz de gelip baksalar, dökelim betonu,” diyorum. Şefim de, “Acaba sabaha mı bıraksak? Bu saatte kontrolcüleri getirmek zor olabilir,” diyor. O ara telsizden bir ses yükseldi: “Bu gece dökün!” Meğerse Celal Bey bizim kanalı dinliyormuş. Proje hakikaten çok zor şartlarda bitirildi, çok emek harcandı. Kolay iş yoktur ama zor işi kolaya çevirmek de bir maharettir. Tekfen deyince akla ilk gelen şeyler: Bir, çalışanını kollar… İki, kaliteli iş yapar… Üç, ne olursa olsun o proje biter. Biz bunları Samara’da çok iyi öğrendik. Halen de bu kültürü devam ettiriyoruz. Bizim için başka bir yol yok.
Samara, Necati (Akçağlılar) Bey’in yakından ilgilendiği bir projeydi. O sırada kendisiyle tanışma fırsatı buldunuz mu?
Maalesef. Benim ilk şantiyemdi, henüz çaylak bir mühendistim. Ancak uzaktan görürdüm. Kendisiyle bire bir çalışmaya yetişemedim. Tam bir baba figürüydü. Samara bana çok şey kattı. Profesyonel hayatıma ilk başladığım yer olması itibarıyla da önemli. Bugüne bağlarsak, genel müdür olduktan sonraki ilk icraatlarımdan biri, Rusya’daki ofisimizi tekrar canlandırmak oldu. Mesleğime Rusya ile başladım. Kariyerimin ilerleyen dönemlerinde Rusya’yı yeniden iş yaptığımız coğrafyalara katmak istiyorum.
Rusya’dan sonra hangi proje geldi?
Samara’dan Kuveyt’e gittim. Orada da iki tane proje bitirdik. Ben gittiğimde Wafra’da 8 tane petrol tankı yapılıyordu. Yarısından itibaren projeye dahil oldum. Ardından bir boru hattı yaptık. Kuveyt’te iki yıla yakın kaldım. 1997 yılında Arabistan’a gittim.
-40 dereceden +40 dereceye!
Evet, böyle zikzaklar çok oldu kariyerim boyunca. Arabistan’da 5 yıl kadar kaldım. Japonlar deniz suyundan kullanma suyu yapan bir tesis kurmuşlardı. Biz de o projenin su iletim hattını yaptık. Arabistan’da olmamıza rağmen, 120 kilometrelik hattın neredeyse 30 kilometresinde yeraltı suyuyla boğuştuk. Çöl dediğiniz yerin altından müthiş miktarda su çıktı. Döşediğimiz boruların içi beton kaplı olduğu için kanalın içinde kaynatılması gerekiyor. Dolayısıyla kanalın kuru ve çalışılabilir halde olması lazım. Böyle bir şeye hazırlıklı değildik açıkçası. Ama çaresizlik insanı yeni arayışlara sevk ediyor. Çelik boruları PVC borulara çevirdik. Böylece maliyetleri de epey azalttık. Alpaslan Sümer proje müdürüydü. 1-1,5 sene sonra şantiye şefi yaptı beni. İlk şantiye şefliğimdi. 1998 yılı ortası olabilir. Su projesi bittikten sonra Aramco’nun Haradh Petrol Boru Hattı projesi başladı. Orada da şantiye şefi olarak görev aldım. Toplamda 630 kilometrelik bir boru hattıydı, ama hattın bir bölümü bir yerde, bir bölümü 300 kilometre ötede, bir başka bölümü ise 150 kilometre ötedeydi. Parçalanmış üç tane şantiyemiz vardı. Haftanın üç günü, bir şantiyeden öbür şantiyeye gitmekle geçiyordu. Günlük ortalama 450 km yol yapıyordum. Sonradan teknolojinin gelişmesi bize o kadar yardımcı oldu ki! Daha öncesinde ne yapıyormuşuz, bilmiyorum. Cep telefonunu ilk kez 1995 yılında, Kuveyt’teki boru hattında kullanmıştım. Motorola marka, lastik antenli… Şirketin bana tahsis ettiği ilk bilgisayar da 1997 yılında verildi. Nereden nereye!
Eskiden özellikle yurtdışı ile telefon görüşmesi yapmak çok güç olduğundan özel izinle telsiz kullanıldığını duymuştum.
Evet, örneğin Samara’da telsiz kullandık, ama Kuveyt’te yasak olduğu için kullanamadık. Aramco’ya iş yaparken, Aramco’nun altyapısından faydalandık. Benim arabama Aramco’nun telsizini taktılar. Upuzun bir anteni vardı; kıvırıp arka tampona bağlarsınız. Bir de uydu telefonu almıştık. O zamanlar benim arabam komünikasyon merkezi gibiydi. Epey fiyakalıydı. Ama işlev olarak sorarsanız, uydu telefonu bile iyi çalışmazdı.
“Kolay iş yoktur ama zor işi kolaya çevirmek de bir maharettir.”
Aramco, standartları çok yüksek olan, önemli bir işveren. Onun size ne katkıları oldu?
Aramco, petrol ve gaz sektöründe “nirvana”. Müthiş standartları, kalite, disiplin ve iç eğitimleri var. Amerikalılardan kalma bir sistem içinde yürütüyorlar işleri. Biz Aramco’ya ilk işimizi 1992 yılında yapmışız. Alpaslan (Sümer) Bey de şantiye şefiydi. Haradh Boru Hattı projesinde bize tecrübelerini aktardı. 1992 yılından kalma projenin kampını tekrar canlandırmak için epey uğraştık. Kampı teslim edebilmek bile bizi epey zorladı. Çünkü Aramco sahada da aynı standartları uyguluyor, kampta da. Kamp meselesi kenarda bırakılacak bir şey değil. Onun da en az işin kendisi kadar ciddi bir şey olduğunu öğrendik. Aramco’nun standartlarımızı yükseltmekte bize çok faydası oldu. Özellikle iş sağlığı ve güvenliği konusunda Aramco’nun tezgâhından geçtik. Çok katı kuralları olan bir şirkettir. Bir noktada işe başlamak için önce izin almanız gerekir. Bu izinleri alabilmek için de sıkı bir sınavdan geçersiniz. Kendi içlerinde müthiş bir şirket içi eğitim programları vardı. Oradan öğrendiklerimiz bize çok yarar sağladı. Kurumsallığın önemini daha iyi anladık.
Arabistan’dan sonra Azerbaycan’a geçtim. Bir kuzey, bir güney! Azerbaycan’da Cenup Tikinti denen sahamızda, şimdi Azfen’le ortak kullandığımız, yakın zamanda da 6’ncısına başladığımız deniz platformlarının yapılacağı yeri kurmaya gittik. 2003-2004 yıllarından sonra, ilk defa geçtiğimiz 1 Ağustos’ta gittim oradaki platform alanımızı görmeye. Saha iki katına çıkmış, ama bizim yaptığımız tesisler hâlâ çalışır vaziyette. Bunu görmek insanın hoşuna gidiyor. Ben oraya ilk gittiğimde rıhtımı yaptık. Denizin içerisinde balıkadamlarla kalıp kurup beton döktük. Bu da benim için bir ilkti. Ama esas olarak platform başlayınca off-shore uygulama tekniklerini öğrendik. Bizim ilk deniz platformu deneyimimizdi. Müthiş öğretici bir projeydi. Birinci platform bitti, ikinci platform alınınca ben Kazakistan’a geçtim. Foster Wheeler, Gama ve bizim kurduğumuz NCC adlı şirket, Kaşagan Saha Geliştirme işini almıştı. Gama ve Tekfen’in kurduğu GATE de taşeron pozisyonundaydı.
GATE halen Kazakistan’da faaliyetlerini sürdürüyor.
GATE aktif bir şirket. Yakın zamanda da tamamen Tekfen’e geçti. Kazakistan ile tekrar soğuk iklime dönmüş oldum. 2005 yılının Kasım ayında gittim. İş daha yeni başlamıştı, 27 bin civarında kazıktan henüz bir veya iki bin tanesi çakılmıştı. Müthiş soğuk vardı. Daha kampımızı, ofisimizi kuramamışız. Kilometrelerce step, dümdüz. Kışın bembeyaz, belki 6-7 ay boyunca kar kalkmıyor. Şartlar itibarıyla çok zor bir projeydi. Bir keresinde kısa süreliğine de olsa -49’u gördük. O şartlara adapte olmamız epey zamanımızı aldı. Maliyet olarak da bizi çok zorladı. Herkesin canını dişine taktığı bir projeydi. 6 bin kişilik bir kampımız vardı. Kamp deyip geçmeyin. Kamp müdürü, belediye başkanı gibi bir şey. Sistemi dondursanız, 6 bin kişinin yapabileceği hiçbir şey yok. Kamp 24 saat çalışmak zorunda. Bütün ısıtma sistemi yedekli. Hemen her donanımın başında, müdahaleye hazır bir adam bulundurmanız lazım. Kullandığımız mazot bile özeldi. Ona rağmen donardı. Mazot donduğu an bittiniz, hiçbir makine çalışmaz. Teklif verirken, “Günde 8-9 saat çalışırım” diye hesap kitap yapıyorsunuz, fakat fiziki çalışabildiğiniz süre 3-4 saat. Diğer saatlerde de, çalışma ortamını sağlayabilmek için seferberlik halindesiniz. Gece araçları sıcak tutmanız lazım ki sabah makineleri çalıştırabilesiniz. Burada anmadan geçmeyeyim. Şimdi GATE’nin genel müdürü olan Serhat (Pütürgeli) Bey, projeye 2007 yılında katılmıştı. Azerbaycan’daki Sangaçal şantiyesinden bize gelmişti. Zaman içerisinde şantiye şefi oldu. Ben proje müdürlüğünü ona devrettim, oradan da Fas’ta yeni başlayan fosfat çamuru taşıma projesine geçtim.
Zor bir projeden başka bir zor projeye…
Aynen öyle. Ama tatlı bir zorluk. İşin içerisindeyken bazen çok bunalıyorsunuz ama iş bitince geriye hep güzel anılar kalıyor. Zaten öbür türlü devam etmeniz mümkün olmaz. Fas’taki işimiz de kendine özgü zorlukları olan bir projeydi. O zamanlar Arap Baharı vardı. Yönetim, halkla ilişkilerinde bir memnuniyetsizlik çıkmamasına çok dikkat ediyordu. O nedenle istimlak süreci çok uzadı. Boru hattı boyunca ihtilaflı yerleri atlaya atlaya ilerledik. Bu da ekstra bir maliyet demek. Ekibi taşımak için hem günden hem verimlilikten kaybediyorsunuz. Fas’ta yaptığımız boru hattı 36 inçtir. Toplam 220 kilometre uzunluğundadır. Dışı çelik olmasına rağmen, boruların içine HDPE (yüksek yoğunluklu polietilen) maddesinden, hiç boşluk bırakmaksızın ayrı bir plastik boru çekiliyordu. Bunun için özel bir teknoloji kullanıldı. Kuzey Amerikalı ve Şilili iki firma, bir joint venture kurarak bize hizmet verdi. Bu çapta ve uzunlukta dünyada tektir. Çok özel bir işti.
Gittiğiniz her ülke size farklı bir tecrübe katmış.
Benim Tekfen’deki 25’inci yılım. Bunun 21 yılı yurtdışı şantiyelerinde geçti. Gittiğim her projede çok şey öğrendim, hâlâ da öğreniyorum. Belirli bir noktaya geldikten sonra, öğrenmenin üzerine analizi de ekliyorsunuz. Bu kadar çok ülke gezmemin bana çok faydası olduğuna inanıyorum. Çünkü oraya ziyaretçi olarak gitmiyorsunuz. Bir süre orada yaşıyorsunuz. Yerel halk ne yapıyor, nasıl düşünüyor, gözlemliyorsunuz. Ben gittiğim yerlerde birçok farklı insanla tanıştım. Örneğin Kuveyt’teki taşeronumuzun proje müdürü Hintli bir Sihti. O sayede Sihleri tanıdım. Başka bir iş yapıyor olsam, belki hayatım boyunca böyle bir imkân elde edemeyecektim. Bu nedenledir ki şantiyecilerin empati yapabilme yetenekleri daha gelişmiş oluyor. Çünkü kültürel farklılıklara daha hazırlıklı oluyorsunuz. Kime nasıl davranacağınızı öğreniyorsunuz. Nereden baksanız 30-40 bin kişiyle, belki de 50 bin kişiyle, öyle ya da böyle bir ilişkiniz oluyor.
Aslında mühendissiniz ve teknik bir iş yapıyorsunuz, ama yaptığınız şey sosyal bir iş aynı zamanda.
En zor olan kısmı da insanla olan kısmı. Makineyi bir şekilde satın alıyorsunuz, kiralıyorsunuz veya leasing yapıyorsunuz. Temin etmenin kırk türlü yolu var. Malzeme tedariki deseniz, dünyanın her tarafından ne istiyorsanız alabiliyorsunuz. Uçakla, gemiyle getirtiyorsunuz. Fakat işin en zor kısmı, insanla olan kısmı. En önemli sermayemiz insan gücümüz. Bu söz boşuna söylenmiyor.
Tekfen’in en büyük artılarından biri kadrolarının çok değişken olmaması. Özellikle de yönetim kadrosunun.
Aslında alt kadrolarda da öyle. Tekfen, çalışanına sadık; çalışanlar da Tekfen’e sadık. Bizde maaşlar bir gün gecikmez. Şantiyelerde sağladığımız konaklama ve yaşam şartları belirli bir standardın üzerindedir. Sosyal imkânları da elimizden geldiğince iyi tutmaya çalışırız. Bunlar birleşince sadakat ortaya çıkıyor. Şirket bunun önemini biliyor ve devamlılığını sağlamaya önem veriyor. Zaten bu tecrübe havuzunu büyütmek için böyle yapmalıyız. Bizim için en stresli konulardan biri proje ve iş devamlılığını sağlamak. Yani, bir iş bitince hemen başka bir işin başlaması. Ama bunu her zaman yapmak neredeyse imkânsız. Çünkü şartlar sadece sizin elinizde değil.
“Her proje benim için bir mucize!”
Bütün bu koşuşturmaca arasında evlenmeye nasıl fırsat buldunuz?
Eşimle 1997 yılında, Arabistan’a gittiğimde tanıştık. Ben Arabistan’da olduğum sürece maaşımın belki yarısı telefona gitti. Her akşam telefonla konuşuyorduk. O dönemde evlensek bile onun Arabistan’a gelmesi mümkün değildi. Ama ben Azerbaycan’a geçince, 2003 yılında Bakû’da konsoloslukta evlendik. Turgay Çabalar benim şahidimdi, zannedersem eşimin şahidi de konsolosluktaki bir memurdu. Öyle evlendik ve beraberce yaşamaya başladık şantiyelerde. 2005 yılında oğlumuz doğdu. Henüz 4 aylıkken Kazakistan’a geldi. Sağ olsun, oğlum okula başlayana kadar ben nereye gittiysem eşim de benimle oraya geldi. Ama okul başlayınca mecburen İstanbul’a döndü. Birlikte çok güzel günlerimiz geçti. Anılarımıza baktığımızda, epeyce bir kısmını yurtdışında yaşamışız. Özellikle Kazakistan’da çok güzel bir ekip oluşturmuştuk. Zorluklar insanların farklı bir şekilde kenetlenmesini sağlıyor. “Kardeşlik Gecesi” diye bir gece düzenlemiştik. Yanlış hatırlamıyorsam 13 farklı ülkeden çalışanlarımız vardı. Yener Aydın Ağabeyimiz ODTÜ’nün Folklor Kulübü’ne başkanlık yapmış birisiydi. İşten sonra hepimizi toplar, yorgun argın bir şekilde prova yaptırırdı. Böyle 4-5 ay çalıştık, eşler, çocuklar ve çalışanlar olarak. Ciddi bir gösteri hazırladık. Bir tiyatro binasını kiraladık. Birinci gün kendi şantiyemize gösterimizi yaptık, ikinci gün de protokolü ağırladık. Ben, Türk halk müziği korosundaydım.
İlk Anadolu Ateşi sizsiniz yani!
O tarihte Anadolu Ateşi vardı sanırım. Herhalde ilk değilizdir, ama bizde de ciddi yetenekler vardı. Mesela Cahit (Oklap) Bey’in repertuvarı çok kuvvetlidir. Şarkı sözleri basılır ve masaya dağıtılırdı. Meşk ederdik. Sadece Türk halk müziği değil, Türk sanat müziği de söylerdik. Müzik konusunda Özkan (Akyüz) ve Turgay (Çabalar) Beyleri de atlamayalım. Mikrofonu ellerinden zor alırsınız. Özellikle Özkan Bey’in sesi müthiştir.
İlk mühendis olduğunuzda, bir gün bu koltukta oturacağınızı düşünür müydünüz?
Aklımın ucundan bile geçmezdi açıkçası. Şimdi baktığımda, üniversiteden mezun olduğumda hiçbir şey bilmiyormuşum gibi geliyor. Okulda elbette bazı şeyler öğreniyorsunuz, ama gerçekle karşılaştığınızda aslında hiçbir şey bilmediğinizi anlıyorsunuz. Şoka giriyorsunuz. O şoku ne kadar kısa zamanda atlatabilir ve kendinizi adapte edebilirseniz, travmadan o kadar erken çıkıyorsunuz. Nerede başlarsanız başlayın, her şantiye zordur. Bir projeyi bitirmeyi ise ben “mucize” olarak tanımlıyorum. Kısıtlı zamanda, kısıtlı kaynaklarla, dış etkenlere çok açık bir alanda size verilmiş sürede bir şey meydana getiriyorsunuz. İşinizi etkileyen çevre, iklim ve tecrübe faktörleri var. Bazen olaylar kontrolünüzden çıkabiliyor. Örnek olarak, Kuveyt şantiyesinde, boru hattının paslanmasını önleyecek sistemin panelini sipariş etmiştik. Birincisinde fabrika yandı, ikincisinde gemi battı. Aynı malzeme üç kere yapıldı. Buna karşı ne yapabilirsiniz? Bizim işimizde bunlar var. Ancak belirli bir tecrübeye eriştikten sonra, her ihtimali düşünüp önlemler almaya başlıyorsunuz.
Türkiye’ye ne zaman döndünüz?
2011 yılında TANAP projesi ile döndüm. TANAP’ın yönetim merkezi Ankara. Tabii bir Karadenizli olarak, denizi olmayan bir şehri kategorik olarak çiziyoruz kafamızda. Ama Ankara’nın şöyle bir iyiliği oldu, Samsun Anadolu Lisesi’ndeki arkadaşlarımla yeniden bir araya geldik. Çünkü pek çoğu Ankara’da yaşıyor. 21 sene sonra arayı kapatma şansı bulduk. TANAP için de güzel bir ekip kurduk. Çok güzel bir çalışma oldu. Zamanından önce, bütçesinden de aşağıya bitirdik. Avrupa’nın enerji güvenliğini sağlayan stratejik projelerden biri. Türkiye’nin gurur duyacağı bir proje. Böyle bir projede bizim ismimizin olmaması düşünülemezdi. Ayrıca kompresör istasyonları da var. Kompresör istasyonu deyip geçiyoruz ama aslında üç ayrı proje tek bir projede toplanmış gibi. Aynı anda iki ayrı lokasyonda lojman yaptık, ölçüm istasyonu yaptık, tamamen ücra bir yerde bir güç santrali inşa ettik, Eskişehir’de bir ölçüm santrali, büyük ve küçük güç santrali kurduk, Trakya’da iki farklı lokasyonda, sınıra 2 kilometre mesafede ölçüm istasyonları yaptık.
Dolayısıyla, aynı anda ve değişik iklim şartlarında, Türkiye’nin doğusunda, ortasında ve batısında, bambaşka koşulların hüküm sürdüğü ama tek proje olarak adlandırılan bir iş yaptık. Üstelik çevre ve sosyal sorumluluk açısından da örnek bir proje oldu. Ölçüm istasyonunun kampını kurarken, özel bir kuş türünün üreme mevsimi nedeniyle 1-1,5 ay kamp inşaatımızı beklettik. Trakya’da uçurtma şenlikleri düzenledik; Eskişehir yakınlarındaki Küllüoba kazısına destek verdik; Damal’da Atatürk seyir tepesini düzenledik. Her yönüyle çok gurur duyduğumuz bir projeydi. Umarım kazasız belasız bir şekilde kompresör kısmını da yakında tamamlayacağız.
Mustafa Kopuz nasıl bir yönetici, nasıl bir genel müdür? Hayalleriniz, hedefleriniz, beklentileriniz neler, kendinize ve şirkete koyduğunuz çıta neresi?
Üstlendiğim sorumluluğun ağırlığını her an hissediyorum. Bunu özellikle iş güvenliğini düşünerek söylüyorum. Kristal bir bardak gibi. Üstüne titriyoruz, düşmesin, kırılmasın diye çabalıyoruz. En ufak bir dikkatsizliğin bile telafisi yok. Bugüne kadar gelmiş olan bu kristal bardağı çok sıkı tutmam gerektiğini biliyorum. İş tarafında ise dünyadaki şartlar hızla değişiyor. Genel müdür olarak ilk yönetim kurulu toplantısına girdiğimde, hayırlı olsun konuşmasından sonra, “Geçmiş yönetime teessüflerimi sunuyorum, bize enkaz devraldık edebiyatı yaptırmadıkları için!” dedim. Böyle başarılı bir dönemden sonra, üstelik şu jeopolitik ortamda, işimizin bir kat daha zor olduğunu biliyorum. Ama zorluklar bizi yıldırmıyor. Zorluğu nasıl kolaylaştırırız, ona bakacağız.
Öncelikle dijitalleşmeye, kurumsallaşmaya çok önem veriyorum. İkincisi, mevcut iştigal alanlarımıza kısmen girmiş olan off-shore kabiliyetimizi sadece tek bir coğrafyada değil, genelde genişletmek istiyorum. Bununla ilgili yatırım yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bir deniz platformunu bütün olarak yapmamız şart değil. Modül olarak da yapabiliriz. Güney Kıbrıs açıklarında çok büyük gaz yatakları keşfedildi. Mısır’ın keşfettiği rezervin dünyanın en büyüğü olduğu söyleniyor. İsrail off-shore çalışmalarına başladı. Unutulmuş ve bitmiş gibi görünen Kuzey Denizi’nde epey yenileme işi var. Gerekirse uygun ortaklarla bu işlere girmemiz gerekiyor. Mevcut iştigal alanlarımızda ise rekabet çok yüksek. Fiyatlar buna bağlı olarak bıçak sırtına dönüştü. Türkiye’nin dış ilişkilerindeki iniş çıkışlar da bize hiç yardımcı olmuyor. Mevcut pazarlarımızdaki zorluklar ortada. Bu şartlarda yeni pazarlara yönelmemiz şart. Rusya’da ofisimizi tekrar açıyoruz. Orada takip ettiğimiz işler olursa, yine soğuk coğrafyalar bizi bekliyor. Onun dışında Hindistan’a bakıyoruz. Potansiyeli olan bir pazar. Bir ay önce gidip görüşmeler yaptık, olumlu sinyaller geliyor. Sahra altında Uganda, Nijerya ve Tanzanya, radarımızdaki ülkeler. Daha az rekabetin olduğu, off-shore gibi daha niş olarak tanımlanabilecek işlere yoğunlaşmak istiyoruz. EPC hedefimize ulaşmakta özellikle Türkiye ve Irak’taki projeler, özellikle de bakım onarım işleri çok önemli. Hem BTC Boru Hattı’nın hem de Tüpraş İzmit’in bakım onarım işlerini yapıyoruz. Özellikle son iki yıldır İzmit’teki başarılı çalışmalarımız dikkat çekti. En son “shut down” sürecini bir hafta erken bitirdik. Bir rafinerinin işe bir hafta erken dönmesi müthiş bir şey. Bakım onarım işleri hem Murat (Gigin) Bey’in hem de Holding’in üzerinde önemle durduğu bir şey. Mühendislik firmamızla da eskisine göre çok daha sıkı ilişkiler içerisindeyiz. Çünkü birbirimize muhtacız.
Petrol ve gaz dışındaki alternatif alanlara girme, başka sektörlerdeki yeterliliklerinizi geliştirme yönünde bir önceliğiniz var mı?
Alternatif enerji alanına bakıyoruz, ama özellikle şu günlerde maliyet ve regülasyon zorluklarından ötürü çok revaçta bir sektör değil. Ama bir şekilde bunlar aşılacak. Dünya bu tarafa gidiyor ve kendimizi ona adapte etmemiz şart. Ayrıca son zamanlarda bizi sırtlayıp götüren altyapı projeleri var. Özellikle Katar’da yoğunlaşan bu işlerdeki yeterlilik birikimimizi ilerletmek istiyoruz. Yüksek bina işini sevdik. Şu anda Azerbaycan’da ikincisini dikiyoruz. Stadyum projelerini kovalıyoruz. 2029 Afrika Uluslar Kupası’nı Uganda aldı. Oradan stadyum projeleri çıkabilir. Murat Bey’in bize sürekli işaret ettiği Nijerya var. Oradan gelecek her fırsata kulağımız açık. Afrika’nın en kalabalık ülkesi. Dolayısıyla ihtiyaçları bitmeyecek, artarak devam edecek. Çok dalda oynuyoruz. Böyle olmak durumunda.
“Sonuçta Karadenizliyim!”
Bir yönetici olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız? Ekibinizi sırtlarını sıvazlayarak mı, yoksa hafif elektrik vererek mi motive edersiniz?
Bazen öyle bazen böyle. Sonuçta Karadenizliyim. Yaradılış olarak tez canlıyım. Söylediğim şey aslında dün yapılmalıydı, ben geç söylüyorum. Bu tez canlılığın özellikle stresli anlarda ister istemez bazı yansımaları oluyor. İdarelerle ilişkilerimde de böyledir. O nedenle baştan söylerim, “Bakın tansiyon yükselmelerim olabilir, kişisel algılamayın” diye. Uzun süredir beraber çalıştığım arkadaşlarım bu huyumu bilirler, eksiğimi tolere ederler. Yeni tanışmış olduklarımı da baştan uyarıyorum.
Necati Bey’in ünlü “Kardeşim!” lafı vardır. Sizin de böyle belirli bir sinyaliniz var mı, o an uzak durmayı gerektirecek?
Yok, ama sesimin tizleştiğini ve kötüleştiğini söylüyorlar.
Kırmızı çizgileriniz nelerdir?
Aptal yerine konmak ve yalan, benim kırmızı çizgilerim. Hata yapılmasına hiçbir zaman kızmam. Bir iş yapılıyorsa, hata yapmak da onun bir parçası. Benim “mucize” diye tabir ettiğim projeleri gerçekleştirirken hata yapmama ihtimali yok. Bazen doğru, bazen yanlış kararlar verebiliyorsunuz. Bizim işte en kötü karar, kararsızlıktan iyidir diye düşünüyorum.
Özel yaşamınızda neler var, ilgi alanlarınız, hobileriniz, alışkanlıklarınız anlamında?
Bir kere maymun iştahlıyım. Bir hobiye başladığımda sıkılıyorum. Tezcanlılık oraya da sirayet etmiş. Gençken balıkçılığım vardı. Samsun’dayken babam yedi tane tekne alıp satmıştı. Sonunda kendi başına 9,5 metre boyunda bir yat yaptı, tamamen çivisiz olarak. Yine o yıllarda yelkenciliğim vardı, lisanslı yelkencilik yaptım. O tekneyle tek başıma çıkar yelken basardım. Ege’de Çaka Bey kupası olurdu, 4-5 gün sürerdi. Ardından da Türkiye Şampiyonası olurdu. O vesileyle Çeşme Altın Yunus’ta her sene 10 gün geçirirdim. Ama yelken işi üniversiteye girdiğim an bitti. Şimdi çok seyahat ediyorum. Arta kalan zamanı da ailemle geçirmeyi tercih ediyorum. Allah’tan eşim de seyahati seviyor. Fırsat bulduğumuzda bir yerlere kaçıyoruz. Sosyal medyayı yoğun olarak, ama daha çok “araştırmacı gazetecilik” çerçevesinde kullanıyorum. Google’da araştırırım, okurum. Dizi merakım var. Epey listelerim vardır ve ünlüdür de. Restoranları listelerim. Eşimle birlikte gözümüze kestirdiğimiz restoranlara gider, kendi çapımızda not veririz. Ama kalabalık saatlerde değil, pazar günleri 4 gibi gider, sakin sakin yemeğimizi yeriz. Bunların notlarını tutarım.
T Bülten okurlarına, ekibinize vermek istediğiniz özel bir mesaj var mı?
Bizim çalışmaktan başka çaremiz yok. Avrupa’da çalışma saatlerini kısıyorlar. Hatta çalışma günlerini azaltmayı konuşuyorlar, ama biz daha oralarda değiliz. Hatta az bile çalışıyoruz. Biz ancak çalışarak bir şeyler yapabileceğiz. Ama boşa kürek çekmenin de anlamı yok. Özellikle bizim sektörümüzde, jeopolitik durumlara bağlı olarak çok hızlı karar verebilme yeteneğini edinmemiz lazım. 63 yıllık “genç” bir firma olarak temkinli hareket etmek bir miktar kanımıza işlemiş. Bunu elbette olumsuz anlamda söylemiyorum, ama günümüzde risk almadan, özellikle de bu koşullarda işi yürütmek çok zor. Şu an yaptığımız her işi muhakkak daha hızlı yapmalıyız. Meşhur bir laf var ya, “Aynı şeyi yaparak farklı sonuca ulaşamazsınız” diye. Bizim de mutlaka farklı sonuçlara ulaşmak için bir arayış içinde olmamız lazım. Maliyetlerimizi nasıl rekabetçi hale getirebileceğimizi her an düşünmemiz lazım. Her an yeni fikirler üretmek lazım. Üstelik sadece üst yönetimde değil, her kademede. Bunun için “Fikrin varsa söyle” gibi inovatif platformlar yarattık. Arkadaşlarımızı yeni fikirler geliştirmeye teşvik etmeye çalışıyoruz. Ayrıca ufak hediyelerimiz var. “Yılın fikri” ile ilgili bir yapılanmamız var. Dar ve geniş kapsamlı kurullar oluşturduk. O fikrin bir projeye evrilip evrilemeyeceğine bakıyoruz. Fikirleri dar kapsamdan kurtarıp kolektif hale getirmek ve buralardan ne çıkar diye bakmak istiyoruz. Temel amacımız, bütün yapıya dinamizm katmak. Çünkü fırsatlar sizi beklemiyor. Her an, her türlü şekle girebilme potansiyelimiz var, fakat karar verme mekanizmalarımızda temkinli olma dürtümüzün yüksek olması bazen bu fırsatların kaçmasına sebebiyet verebiliyor. Bizim sabit fikirlere saplanmamamız lazım. Esneklik ve çeviklik bence şart. Ben, birlikte çalıştığım arkadaşlarıma her zaman güvenirim. Bugün aramızdaki uyum daha önce hiç olmadığı kadar iyi. Şüphesiz ki elbirliğiyle daha da iyi bir yere doğru ilerleyeceğiz.
Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.