Cumhuriyetimiz 100 yaşında
Mucizeye giden yolun kilometre taşları
Bu yıl, Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde küllerinden doğmuş ve yokluklardan var edilmiş bir mucizenin adı olan Cumhuriyet’in 100. yılını gururla kutluyoruz. Yıl boyunca, Cumhuriyet’e giden yolun köşe taşları olan ve bayram olarak kutladığımız özel tarihlerde biz de Tekfen olarak özel gezi ve etkinlikler düzenleyeceğiz. Bu etkinliklere, 23 Nisan’da minik Tekfenliler için Dolmabahçe Sarayı’na düzenlediğimiz gezi ve 19 Mayıs’ta Samsun’a yaptığımız ziyaretle başladık.
Yılın devamında da benzer etkinliklerimiz devam ederken, bu sayımızda Cumhuriyet’e giden zorluklarla dolu yolda neler yaşandığını, tarihe geçmiş bazı bilgi ve özel anekdotlarla sizlere bir kez daha hatırlatmak istedik.
19 Mayıs 1919
Atatürk Samsun’da
İzmir’in işgalinden bir gün sonra Atatürk, “Dokuzuncu Ordu Müfettişi” sıfatıyla Samsun’a gitmek üzere, beraberinde müfettişlik kadrosunu teşkil eden 18 subay ve askeri memurla birlikte, 16 Mayıs 1919 akşamüzeri Bandırma vapuruna binerek İstanbul’dan ayrıldı. Vapur, Boğaz’da demirlemiş düşman zırhlılarının arasından geçerek İstanbul’u terk ederken, Atatürk arkadaşlarına şöyle söylüyordu:
Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz.
Yolculuk tehlike ve zorluklarla doluydu. Hava fırtınalı ve deniz çalkantılıydı. Üstelik her an bir düşman gemisinin saldırısına uğrama ihtimali vardı. O nedenle kaptan olabildiğince sahile yakın seyrediyordu. Bandırma vapuru 17 Mayıs gecesi İnebolu’ya, 18 Mayıs’ta da Sinop’a ulaştı. Orada, Samsun’a ulaşmak için karayolundan ulaşma imkânları araştırıldı, ancak yol olmadığı anlaşılınca yolculuğa vapurla devam edilmesine karar verildi.
Atatürk ve kurmay heyetinin 19 Mayıs’ta Samsun’a varışı, aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın da başlangıcını temsil eder. Her ne kadar bu tarihten önce Anadolu’nun farklı yerlerinde düzensiz milis kuvvetleri işgale karşı silahlı direnişe girişmiş olsalar da, dağınık güçlerin birleştirilmesi, düzenli bir orduya dönüştürülmesi ve ulusal birliğin sağlanması, Atatürk ve yol arkadaşlarının çabalarıyla mümkün olmuştur.
Atatürk’ün Türk Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı Nutuk da, bu nedenle Samsun’a çıkış öyküsüyle başlar:
1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş: Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk Genel Savaş’ta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes antlaşması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Yurdu Genel Savaş’a sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini düşlediği alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini ayakta tutabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta.
İtilaf Devletleri, ateşkes hükümlerine uymaya gerek görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana iline Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep’e İngilizler girmişler. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor.
BİR ANEKDOT
“Göreviniz hakkında şüphelerim var!”
Atatürk, Samsun’a çıktıktan bir hafta sonra, daha güvenli bulduğu Havza’ya geçmişti. Burada Kurtuluş Savaşı’nı örgütleme çalışmalarına devam ederken, 31 Mayıs 1919 tarihinde İngilizlerin Merzifon, Amasya ve Havza bölgesinden sorumlu komutanı Yüzbaşı Hurst kendisini ziyaret etti. Kısa bir sohbetin ardından Yüzbaşı Hurst, Paşa’yı sorgularcasına:
– Göreviniz hakkında şüphelerim var, dedi.
– Ne gibi şüpheleriniz var?
– Siz buraya vatandaşları tahrik etme görevi ile değil, aksine bu vatandaşların bize karşı başlattıkları çete savaşını durdurmak için geldiniz. Bu nedenle görevinize aykırı davranıyorsunuz.
– Bir milletin geleceğini düşmanının elinden söküp almak için verilen çaba, görevini yanlış yapmak mıdır?
– Bu sizin burada bulunmanızın gereği ve vazifeniz değildir.
– Siz benim yerimde olsanız ne yapardınız yüzbaşı?
– Görevimi yapardım.
– İşte, ben de onu yapıyorum.
Sonra kapıda bekleyen Cevat (Abbas) Bey’e döndü:
– Cevat Bey! Kumandana yardımcı olun.
Küstah bir tavırla Atatürk’ten hesap sormaya gelen yüzbaşı, kıpkırmızı bir yüzle karargâhı terk etmek zorunda kaldı.
23 Nisan 1920
Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıyor
İstanbul’un işgali nedeniyle Osmanlı Meclis-i Mebusanı çalışamaz hale gelince, Atatürk, Heyet-i Temsiliye üyeleri ile birlikte Ankara’da ulusun kendi iradesini ortaya koyacağı, olağanüstü yetkilere sahip yeni bir meclis oluşturmak üzere tarihsel bir çabaya girişti. Kurulacak meclis, kapatılan Meclis-i Mebusan’ın devamı niteliğinde değil, tümüyle yeni olacaktı. O nedenle de farklı bir isim verilerek “Türkiye Büyük Millet Meclisi” adı benimsendi.
Atatürk, Meclis’in açılışından bir gün önce, egemenliğin yegâne sahibinin bundan böyle Büyük Millet Meclisi olacağını şöyle duyuruyordu:
Tanrı’nın lütfuyla Nisan’ın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden itibaren askeri ve sivil makamlarla, bütün milletin tek merciinin Büyük Millet Meclisi olacağı bilgilerinize sunulur.
Milli iradeyi temsil eden Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü, Hacı Bayram Camii’nde kılınan namazın ardından dualarla açıldı. Meclis’e, en yaşlı üye sıfatıyla Sinop Milletvekili Şerif Bey başkanlık ediyordu. Meclis-i Mebusan’ın bazı üyeleriyle, vilayet ve livalardan gelen toplam 337 temsilcinin oluşturduğu Büyük Millet Meclisi, olağanüstü şartlar altında çalışan bir meclisti.
Yasama ve yürütme erklerini elinde bulunduran Büyük Millet Meclisi, hem Milli Mücadele için bir komuta merkezi işlevi görüyor, hem de çıkardığı yasalarla yeni Türkiye’nin siyasi ve sosyal temellerini atıyordu. Ama Meclis’in en önemli fonksiyonu, Atatürk’ün açılıştan bir gün sonra yaptığı konuşmada söylediği gibi, milli egemenlik ilkesinin vücut bulmasını sağlamasıydı:
Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.
BİR ANEKDOT
Meclis’in itibarı ne olur?
Kâzım Özalp, Atatürk’ün ulusal egemenliğe ve parlamenter düzene nasıl sahip çıktığını şu anekdotla anlatır:
“Atatürk, Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyetine çok önem verirdi. Her vesileyle Meclis’in yüksek itibarını vurgular, ulusal egemenliği ve milletvekillerinin yasama dokunulmazlığını esas tutardı.
Bir gün, Meclis’te muhalif grup mensuplarının şiddetli eleştirilerinden sonra mühim bir kanunun görüşülmesi geri kalmıştı. Birkaç milletvekili arkadaş, Atatürk’ün Meclis’teki odasına gelerek:
- Paşam, Meclis’te millet işlerinin görüşülmesine engel olanlar var. Bunlar beş on kişiden ibarettir. Bu durum böyle devam etmemeli. Bunların isimlerini ve millet menfaatlerini yazarak bir önerge vermeyi düşündük. Bu önerge Meclis’te görüşülsün. Bu kişilerin Meclis’ten çıkarılmalarına karar verelim, dediler.
Ben, Atatürk’ün yanında bulunuyordum. Onları dinledikten sonra şiddetle itiraz etti ve şöyle cevap verdi:
- Olmaz! Biz milletimize ve bütün dünyaya, halk tarafından seçilmiş bir meclisimiz olduğunu ilan ettik. Bağımsız bir devlet kurmakta olduğumuzu iddia ediyoruz. Hükümetin icraatını eleştiren ve muhalefet yapan milletvekillerini çıkarır isek, Meclis’in itibarı ve yasama dokunulmazlığının anlamı kalmaz. Birkaç kişi bile olsa bu yapılamaz. İşimize gelmeyenleri çıkaracağız, istediğimiz gibi hareket edenleri koruyacağız. Böyle şey olmaz! Eğer lüzum görülürse seçimin yenilenmesi yolunda teklif edilir. Meclis karar verir ve millet yeni milletvekillerini seçer. İşte bu kadar! dedi.”
Atatürk, TBMM'nin 4. Yasama Yılı'nın açılış konuşmasını yaparken (1930)
30 Ağustos 1922
Büyük Taarruz zaferle sonuçlandı
Sakarya Meydan Savaşı’nda kazanılan zafer, Anadolu’daki savaşın seyrini değiştirmiş ve inisiyatifin Türk ordusuna geçmesini sağlamıştı. Atatürk, artık son bir saldırıyla Yunan ordusunun Anadolu’dan sökülüp atılabileceğine inanıyordu. Ancak imkânlar son derece kısıtlıydı, ülke gücünün son noktasına gelmişti. Bu nedenle tek seferde net bir zafer kazanılmalı, Yunan ordusu Anadolu’dan sökülüp atılmalıydı.
Hazırlıkların ardından Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz öncesinde savaş hazırlıklarıyla ilgilenmek üzere 17 Ağustos 1922 günü gizlice Ankara’dan Konya’ya, oradan da Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e geçti. 20 Ağustos gecesi komutanları toplayarak onlara ne zamandır beklenen taarruz zamanının geldiğini açıkladı. Toplantıda bazı komutanlar topyekün bir taarruz için ordunun henüz hazır olmadığını belirtse de Atatürk kesin kararını vermişti:
Paşalar, ben taarruza karar verdim. Sizi buraya bu taarruzu yapalım mı, yapmayalım mı diye münakaşaya çağırmadım. Bunun sorumluluğu başkomutan olarak bana aittir. Sizi yalnız taarruzu nereden ve ne gün yapalım, onu tespit için topladım.
Görüşmelerden sonra taarruzun 26 Ağustos 1922 sabahı başlamasına karar verildi.
Büyük Taarruz büyük bir başarıyla ilerledi ve 30 Ağustos günü Atatürk’ün bizzat idare ettiği Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Türk ordusu kesin bir zafer elde etti. Sonraki günlerde bozguna uğrayarak İzmir’e doğru kaçan Yunan ordusu takip edilerek işgal altındaki şehirler birer birer geri alındı. Son olarak Türk ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi.
Atatürk, Büyük Zafer’in tarihi önemini, Dumlupınar’da Şehit Asker Anıtı’nın açılışı nedeniyle yapılan törende şöyle dile getirir:
Efendiler!
Milletimiz, egemenliğini eline aldığı gün en karanlık yoksulluğun, en derin uçurumun kıyısında idi. Bütün güçleri yıpranmış, bütün savunma araçları elinden alınmış, kutsal varlıkları saldırıya uğramış, pek acıklı bir durumda idi. Bütün bunlara rağmen varlığını ve istiklalini kurtarmaya karar verdi. Bu kararında başarı sağlayabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket seçmesi gerekiyordu. Efendiler, o hedef burasıydı. Amaç olan başarı, burada kazanılan zafer idi...
Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son safhası olan 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasını oluşturur. Milli tarihimiz çok büyük ve parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir yön vermekte etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırılmış oldu. Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları, devlet ve Cumhuriyetimizin sonsuz koruyucularıdır.
Başkomutan Mustafa Kemal, Ilgın’da ordu birliklerini denetlerken (1922)
BİR ANEKDOT
“İzmir’i, İstanbul’u, Edirne’yi, hepsini alacağım!”
Başkomutan Atatürk, Büyük Taarruz öncesinde savaş hazırlıklarıyla ilgilenmek üzere 17 Ağustos 1922 günü gizlice Ankara’dan Konya’ya hareket etti. Bundan birkaç gün sonra, 20 Ağustos’ta ise gazetelerde Gazi’nin yabancı diplomatlara bir çay partisi vereceği duyuruldu. Bu şaşırtma haberin amacı, Atatürk’ün şehirden ayrıldığını gizlemekti.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, bu planın arkasındaki gerçek niyeti, birkaç gün önce Atatürk’ün kendisinden öğrenmişti. Tanrıöver, Atatürk'ün zafere olan inancını, anılarında şu sözlerle anlatır:
“Ankara’ya döner dönmez ilk işim Çankaya’ya çıkmak olmuştu. Gazi, biraz beni dinledikten sonra yavaş bir sesle:
- Bu hafta içinde cepheye hareket ediyorum. Gazeteler burada bir çay ziyafeti vereceğimden bahsedecekler. Bunu okuyunca bil ki ben Ankara’da yokum, dedi.
Sonra devam etti:
- Cepheye vardıktan sonra taarruz emrini vereceğim. Şurada burada Yunan cephesinin bazı parçalarını koparmak için değil, bütün Yunan cephesini yıkmak için. Eskişehir’i alacağım, Kütahya’yı alacağım, Akhisar’ı alacağım, Manisa’yı alacağım, İzmir’i, İstanbul’u, Edirne’yi, hepsini alacağım...
Gözlerinin içine baktım, inanmaya çok muhtaç bir adam nazarıyla:
- Paşam, bu kadarı mümkün mü?
O cevap verdi:
- Biraz sabret, göreceksin ki bu söylediklerim hep beraber olacak. 15 günde erişmek istediğimiz noktalara varacağız.
Bu sözler söylendi. Bu taarruz yapıldı. Ve neticelerini gördük.”
29 Ekim 1923
Cumhuriyet ilan edildi
Atatürk, Cumhuriyet’in kuruluşu için Nutuk’ta, “Uygulanması için sıra beklediğim bir düşüncenin uygulanma zamanı gelmişti” der. Cumhuriyetin ilanı, Atatürk’ün Anadolu’ya adım attığı andan itibaren kafasında mevcut olan bir tasarıydı. Çünkü, Nutuk’ta da söylediği gibi Milli Mücadele’yi başlatmakta “bir tek karar vardı. O da milli egemenliğe dayanan, kayıtsız, şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!”
Kurtuluş Savaşı’nın ardından saltanat kaldırılmış, Lozan Antlaşması imzalanmış, 1921 Anayasası ile kurulan meclis hükümeti sistemi de savaşının sona ermesiyle işlevini yitirmişti. Artık, yeni kurulan devletin daha etkin ve dünyaca kabul görecek bir yönetim şekline ihtiyacı vardı.
Atatürk, bu yöndeki tasarısını 28 Ekim akşamı, “Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz!” diyerek yakın arkadaşlarına açıkladı. Arkadaşlarının da bu düşünceye katılmasıyla, nasıl hareket edileceği konusunda kısa bir program yapıldı. Yemek dağıldıktan sonra Atatürk, İsmet Paşa ile birlikte bir kanun tasarısı hazırladı. Bu tasarıda 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (Anayasa) devlet şeklini tespit eden birinci maddenin sonuna, “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyet’tir” cümlesi eklendi.
Ertesi gün, 29 Ekim 1923’te TBMM’de yapılan oylamayla cumhuriyet ilan edilirken, Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Oylamanın ardından Atatürk, milletvekillerine şöyle seslendi:
Efendiler, asırlardan beri Doğu’da haksızlığa ve zulme uğramış olan Türk milleti, gerçekte soydan sahip bulunduğu yüksek yeteneklerden yoksun zannediliyordu. Son yıllarda milletimizin fiili olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkında kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükümetin yeni adıyla, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.
Arkadaşlar, bu yüksek rejimi yaratan Türk milletinin kazandığı zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendini gösterecektir. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.
BİR ANEKDOT
“Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır!”
Atatürk, Milli Mücadele’nin daha ilk aşamasında, ileride yapacağı devrimleri kafasında oluşturmuştu. Nitekim Erzurum Kongresi’nin bittiği günün gecesinde, beraberindeki Mazhar Müfit Bey’den (Kansu), zaferi kazandıktan sonra yapacağı devrimleri not almasını istedi. Ama bir şartı vardır, o da defterin bu yaprağını kimseye göstermemek. Mazhar Müfit Kansu, sonrasında Paşa ile arasında geçen konuşmaları şöyle aktarır:
“Paşa,
- Önce tarih koy! dedi.
Koydum: 7-8 Ağustos 1919. Sabaha karşı. Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce:
- Pekala, yaz… diyerek devam etti. Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken yapılacaktır.
Üç: Tesettür (örtünme) kaldırılacaktır.
Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı.
- Neden durakladın? deyice:
- Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var, dedim. Gülerek:
- Bunu zaman gösterir. Sen yaz! dedi. Yazmaya devam ettim:
Beş: Latin harfleri kabul edilecek.
- Paşam yeter, yeter!.. dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile:
- Cumhuriyetin ilanını başaralım da gerisi yeter, diyerek defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım.”
9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Erzurum’da. Soldan sağa: Erzurum Valisi Münir (Akkaya); Dr. Refik (Saydam); İbrahim Süreyya (Bozyiğit); Mazhar Müfit (Kansu) (1919)