“Hayatın kendisi bir sosyal sorumluluk projesi”
Tekfen Holding Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi Zekeriya Yıldırım, Türk iş dünyasının duayen isimlerinden biri. Maliye Müfettişliğinden ve Merkez Bankası’ndan özel sektöre uzanan kariyeri boyunca her zaman kurumsallaşmayı ön planda tutan Yıldırım, yönetiminde bulunduğu her kurumu bu yönde geliştirmeye çalışmış. Aynı zamanda başka insanlara yardım etmeyi bir yaşam felsefesi haline getiren Zekeriya Yıldırım, hayatın kendisini de bir sosyal sorumluluk projesi gibi gördüğünü söylüyor.
Zekeriya Bey hoş geldiniz. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
Çocukluktan başlamak klasik bir hikâye olur. İsterseniz önce iş hayatımdan başlayayım, sonra geriye dönerim. 50 yıldır iş hayatındayım. Bunun 20 yılı kamuda, 30 yılı özel sektörde geçti. Özel sektörde çoğunlukla yöneticilik ve danışmanlık yaptım. Son 10 yılda ise küçük çapta da olsa bir girişimcilik yanım oluştu. Kamuda geçen yıllarım, benim kariyerimin oluşmasında önemliydi. 1968’de maliye müfettiş muavinliği ile başladım kariyerime. O dönemde Türkiye’de gözde bir meslekti. Kamu bürokrasisinde, özellikle de maliye bürokrasisinde üst düzey yöneticilerin çoğu maliye müfettişliğinden geçerek o noktalara gelmiştir. Bu görev benim için de adeta ikinci bir okul oldu. Maliye müfettişliği kadrosundayken iki yıl ABD’de yüksek lisans yaptım, 1974-1976 arasında. Vanderbilt Üniversitesi’nde “Kalkınma Ekonomisi Programı”na katıldım. Ama kalkınma ekonomisi yerine para banka ve o günlerde Türkiye’de henüz yabancısı olduğumuz uluslararası ekonomi ile ilgilenmeye başladım. O alanlarda derinleştim. ABD’de bulunduğum sırada Kıbrıs Harekâtı yapılmıştı.
Türkiye ekonomisinin en sıkıntılı olduğu dönemler!
Türkiye'ye döndükten sonra 1977 yılında Maliye Müfettişliğinden Merkez Bankası’na geçtim. Kambiyo Genel Müdür Yardımcısı olarak göreve başladım Türkiye’de döviz darboğazının başladığı yıllardı. Türkiye petrol ithal edemez, gübre ithal edemez, ilaç ithal edemez vaziyetteydi. Zamanla Kambiyo Genel Müdürü ve Başkan Yardımcısı oldum. Başkanlığa vekâlet ettim 9 ay kadar. O sırada yaşanan döviz darboğazının giderilmesi sürecinde rol aldım. Türkiye’nin borç ertelemelerinin hepsinde bulundum.
Serbest ekonomi koşullarının oluşmasını sağlayan 24 Ocak Kararları’nın alınması ve uygulanması sürecinde de aktif olarak bulundum. O süreçte Merkez Bankası olarak birçok yenilikleri hayata geçirdik. Borç ertlemelerinin ardından uluslararası bankalardan sendikasyon kredileri almaya başladık. İlk eurobond ihracını yaptık, bankalar için tek düzen hesap planı geliştirdik, bankaların denetimine yeni bir yaklaşım getirdik ve bankaların döviz yönetim esaslarını belirledik. Kambiyo kontrolleri kademeli olarak kaldırıldı, faiz ve kurlar zaman içinde piyasalara bırakıldı, Hazine'nin tahvil ihraç ederek piyasalardan doğrudan borçlanmasını sağlayacak ihale düzeni kuruldu. 1987 yılında ise Merkez Bankası’ndan ayrıldım.
Türkiye’de o yıllarda bitmek bilmez bir IMF gündemi vardı. IMF hayatımızın çok merkezi bir yerindeydi.
Bu konuda bir anekdot anlatayım. Yurtdışında yüksek lisans yaptığım sırada Güney Kore örneğini konu alan bir dersimiz oldu. Kore’nin reel faiz ödeyerek vatandaşların finansmanını bankalara çektiğini anlatan ve Güney Kore hamlesinin, büyümesinin altyapısının bu olduğunu anlatan bir ders aldım. Ardından yurda döndüm. Merkez Bankası’nda Para Fonu heyetiyle müzakereler oluyor. Oturduk karşılarına. Para Fonu heyeti bize reel faizin faziletlerinden bahsetmeye başladı. Para Fonu’yla müzakere etmenin böyle bir yanı var işte. Bildiğinizi bir de onlardan dinlemek bir teknokrat olarak ıstırap veriyor. Ama faiz konusu da bildiğiniz gibi ekonomi yönetiminin ve siyasetin gündeminden hiç düşmüyor. Para Fonu'nun kapısını çalınca bu tür dersleri dinlemek kaçınılmaz oluyor. Dediğim gibi o yıllar Türk ekonomisinin gerçekten kabuk değiştirdiği, karma ekonomiden piyasa ekonomisine geçtiği yıllardı. Bu süreçte aktif olarak yer aldım.
24 Ocak Kararları
43. Türkiye Hükümeti tarafından 24 Ocak 1980 tarihinde açıklanan ve bu nedenle “24 Ocak Kararları” olarak anılan istikrar paketi, getirdiği yenilik ve açılımlarla Cumhuriyet tarihin en radikal ekonomik hamlesi sayılır. Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın hazırladığı program, ithal ikamesine dayalı politikaların yerine ihracata dayalı kalkınma politikalarının benimsendiği yeni bir dönemin başlangıcı kabul edilir. 24 Ocak Kararları ile Türkiye’nin tam olarak serbest piyasa ekonomisine geçmesi ve uluslararası sermaye ile entegrasyonunun sağlanması hedeflenmiştir.
Benim çalışma hayatım boyunca iki önceliğim oldu. Birincisi, yönetimin kurumsallaşması. İkincisi, bugünün moda tabiriyle “hayat boyu öğrenme".
Merkez Bankası’ndan sonra neler yaptınız?
1987’de ayrıldıktan sonra kendi danışmanlık şirketimi kurdum. Uluslararası şirketlere ve önde gelen Türk şirketlerine danışmanlık yapmaya başladım, Yönetim Kurulu Üyeliklerinde bulundum. Ardından bir dönem Doğuş Grubu’nda aktif yöneticiliğe geçtim. Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği, İcra Komitesi Başkanlığı yaptım. Hem Garanti Bankası ve Osmanlı Bankası gibi grup bankalarında, hem de diğer şirketlerde Yönetim Kurulu Üyeliği, Yönetim Kurulu Başkanlığı gibi görevlerim oldu. 1998 yılında Doğuş Grubu’ndan ayrılıp tekrar kendi danışmanlık şirketimi kurdum. Türkiye’nin önde gelen gruplarına finansman ve strateji danışmanlığı yaptım, şirket evlilikleri üzerine çalıştım. Ayrıca Bağımsız Yönetim Kurulu Üyeliklerim oldu. Son olarak da Tekfen’deyim.
Benim çalışma hayatım boyunca iki önceliğim oldu. Birincisi, yönetimin kurumsallaşması. Kurallara bağlı, hesap verebilir ve saydam... Merkez Bankası’na girdiğim zaman, kimse elindeki bilgiyi başkalarıyla paylaşmıyordu. Kendi kendime söz verdim manzarayı görünce, “Bir gün ben buradan ayrıldığımda, ayrıldım diye hiçbir şey değişmeyecek. Herkes her şeyi biliyor olacak,” diye. İkincisi, bugünün moda tabiriyle “hayat boyu öğrenmeyi” hedef edindim. Bulunduğum her yerde yeni bir şey öğrenmeye çalıştım. Yanımdaki arkadaşların da bu felsefe içerisinde olmalarına özen gösterdim. Merkez Bankası’nda görev aldığım yıllar benim için çok önemli. Beraber çalıştığım kadrodan üç Merkez Bankası başkanı, üç de banka genel müdürü çıktı. Bugün hâlâ bu bakış açısını devam ettirmeye çalışıyorum.
Tekfen Holding’de Bağımsız Yönetim Kurulu Üyeliğine gelişiniz nasıl oldu?
Tekfen Grubu’nu Merkez Bankası günlerimden beri biliyorum, tanıyorum. Herkes gibi saygı duyduğum bir grup. Kurucu ortaklarıyla sevgi ve saygıya dayalı ilişkilerimiz oluştu zaman içerisinde. 2013 yılının Ekim ayında bir gün rahmetli Feyyaz (Berker) Bey aradı, “Yönetim Kurulu Üyeliğimiz açılıyor. Sen kabul eder misin?” diye sordu. Ben de, “Memnuniyetle” dedim. Sadece Sabancı Holding'deki Yönetim Kurulu Üyeliğim nedeniyle bir menfaat çelişkisi olabilir mi diye kontrol etmem gerekiyordu. Bir menfaat çelişkisi olmadığı anlaşılınca ben de memnuniyetle kabul ettim. Burası, dediğim gibi her zaman saygı duyduğum, güvendiğim bir yer. Bizim yaşta olanların böyle bir görevi alması için güven duyması şart. Çünkü bu sorumlulukları taşımak kolay değil. Beş sene oldu şimdi. Görevi Yönetim Kurulu öneriyor, ama Genel Kurul takdir ediyor. Genel Kurul öncesinde de Sermaye Piyasası Kurulu'nun onayı alınıyor. Görev her sene yenileniyor.
Bize Bağımsız Yönetim Kurulu Üyeliğinin önemi ve fonksiyonu hakkında bilgi verebilir misiniz?
Bir kere tüm Yönetim Kurulu olarak birincil önceliğimiz, buraya yatırım yapan, parasını Tekfen’e yatıran paydaşların hisse değerini maksimize etmek. Hepimizin görevi bu. Bağımsız Yönetim Kurulu Üyeliğinin anlamı ise şu: Tekfen’le herhangi bir ticari bağım yok. Burada tamamen hissedarlar adına objektif olarak önüme gelen dosyalara bakarak, stratejik kararlara ve uygulanan politikalara yön vermeye çalışıyorum. Yönetim Kurulu hiçbir zaman icranın içerisinde olmaz. Şirkete, gruba hedef verir ve o hedef içerisinde ne beklediğini söyler. Satışları artırmak mı istiyor, kârlılığı artırmak mı istiyor, yeni şirket satın almak mı istiyor, farklı sektörlere mi girmek istiyor, bazı sektörlerden çıkmak mı istiyor? Bunlar, Yönetim Kurulu düzeyinde alınan kararlardır. Kimi stratejiktir, kimi de günlük konjonktürün gerektirdiği kararlar olabilir. Bunun uygulama görevi de, icranın içinde görev alan arkadaşlarımızındır. Benim görevim, Yönetim Kurulunda alınan kararları şirket paydaşlarının lehine olacak şekilde bağımsız bir gözle değerlendirmek.
Kurumsal yönetim anlayışının olmazsa olmazları nelerdir?
Bir şirkette karar alma mekanizması patron hâkimiyeti içinde yürüyorsa, patron zaten kendi menfaatlerini düşünerek o kararları alıyor demektir. Ancak bir şirkette yaygın bir hisse dağılımınız varsa, o zaman bu kararların kişiye, patrona bağlı olmaktan çıkarılıp, en altta çalışandan başlayarak herkesin katkıda bulunacağı bir sistem içinde alınması gerekir. Aslında kurumsal yönetimin özü budur. Burada herkesin bir rolü var. Ayrıca Yönetim Kuruluna bağlı olarak çalışan çeşitli komiteler söz konusu. Örneğin Kurumsal Yönetim Komitesi... Şirketteki kurumsal yönetim sisteminin tanımlandığı şekilde çalışıp çalışmadığını denetliyor. Gerekli işbölümleri yapılmış mı? Yapılan işbölümü çalışıyor mu? İnsan kaynağı kurumsal yönetimin koyduğu hedeflere ulaşmakta yeterli mi? İnsan kaynağını geliştirmeye ihtiyaç var mı? Kurumsal Yönetim Komitesi bunlara bakıyor Yönetim Kurulunun altında.
Ayrıca insanlara yönetim yetkisi verdiğiniz zaman, bu yetkilerin nasıl kullanıldığının ve koyduğunuz kuralların uygulanıp uygulanmadığının da denetlenmesi lazım. Bu da Denetim Komitesi vasıtasıyla oluyor. Bu görevini iç denetimi yönlendirerek yerine getiriyor. Denetim Komitesi sene sonu hesaplarının doğru çıkarılıp çıkarılmadığı, saydam olup olmadığı, gerçeği yansıtıp yansıtmadığı konularında da dış denetimle irtibatta kalarak kanaatini belirtiyor. Bugünün dünyasında kârlılık kadar, hedefler kadar riskler de konuşuluyor. Günümüzde bir şirketi kârlı yaşatmak bir hedef, ama onun varlığının korunmasına ve sürdürülmesine engel olabilecek riskleri önceden görmek de en az onun kadar önemli. Bu görev de Riskin Erkenden Tespiti Komitesinin. Yani eskiden patronların kendi kafalarında, iki üç mesai arkadaşıyla düşünerek aldıkları kararları biz daha yaygın bir karar alma süreci ile, değişik uzmanlıklardan faydalanarak alıyoruz kurumsal yönetimle.
Tüm Yönetim Kurulu olarak birincil önceliğimiz, buraya yatırım yapan, parasını Tekfen’e yatıran paydaşların hisse değerini maksimize etmek. Hepimizin görevi bu.
Tekfen’i, kurumsal yönetim itibariyle nasıl değerlendirirsiniz?
Tekfen Grubu, Türkiye’nin öncü gruplarından biri. 62 yıl önce kurulmuş. Kurucularının hayat felsefesinin yansıdığı bir kurum burası. Tekfen Grubu, ekonomik fayda yaratmanın yanında sosyal fayda yaratmaya da yönelmiş her zaman. Adeta kurucu ortaklar kendi aralarında bir işbölümü yapmışlar bu konuda. Rahmetli Feyyaz Bey, iş hayatının örgütlenmesinde önemli roller almış. Nihat Bey, Allah uzun ömürler versin, çevre duyarlılığını Türk toplumuna kazandırmaya çalışmış ve hâlâ çalışıyor. Rahmetli Necati Bey de Türkiye’de taahhüt sektörünün gelişmesinde, yurtdışına açılmasında birçok ilke imza atmış. Bu üçlünün yarattığı ortak kültürü burada görebiliyorsunuz.
Benim hayat felsefem, yaşamım boyunca birilerine yardımcı olmak. Bir insanın duyabileceği en büyük tatmin, hayatı bir sosyal sorumluluk projesi olarak yaşamaktan geçiyor. Burada da bu havayı görüyorum. Bu da beni fazlasıyla memnun ediyor. Tekfen’in ekonomik fayda yaratmak yanında sosyal fayda yaratmayı hedefleyen felsefesi ve çalışanların güçlü aidiyet duygusu, bugünün kurumsal yönetim ilkelerinin uygulanmasına geçişte önemli bir kolaylık sağladı. Bir kültürel aşı yapmaya gerek kalmadı. O nüve vardı zaten.
Tekfen gibi gruplarda kurucu ortaklardan sonra ikinci, üçüncü nesiller işbaşına geçiyor. O zaman doğal olarak kurumsal yönetimin de derinleşmesi gerekiyor. Sadece Sermaye Piyasası Kurulu'nun belirlediği kurallara bağlılık anlamında değil, kurumsal yönetimin içselleştirilmesi ve her kademe tarafından özümsenerek uygulanması anlamında söylüyorum bunu. Şu anda benim de içinde bulunduğum süreçte bu oluşuyor. Hem kurucu ortakların kültürünü yansıtan sürdürülebilirlik gibi konular ağırlık kazanmaya başladı, hem de biraz önce söylediğim “hayat boyu öğrenme”nin örnekleri. Burası, çalışanların şirkete bağlılıklarının çok yüksek olduğu bir yer. Patronların yarattığı havanın, kültürün bir sonucu bu da.
Bugüne kadar Tekfen’e başarıyla hizmet etmiş olan bu kişilerin bir gün ayrılmaları halinde yerlerini dolduracak kişilerin yetiştirilmesi büyük önem taşıyor. O konuda da önemli adımlar atıldı. Mesleki gelişim programları hem Toros’ta, hem de Tekfen İnşaat’ta uygulanıyor. Sürdürülebilirlik konusunda da ciddi adımlar atıldı, atılmakta. Yeni kurumsal yönetim ilkeleri çerçevesinde Yönetim Kurulunun çalışmalarına yardımcı olmak üzere Denetim Komitemiz; benim başkanlığını yaptığım Riskin Önceden Tespiti Komitemiz ve Kurumsal Yönetim Komitemiz başarılı bir şekilde çalışıyor. Özetle, kurumsallaşmanın çerçevesini burada hep beraber oluşturduk ve her gün üzerine bir tuğla daha ekleyerek ilerliyoruz.
Böyle köklü kuruluşların aynı zamanda değişen dünya şartlarına uyum sağlaması ve geleceğe hazırlanması mevcudiyetlerini korumaları açısından çok önemli. Siz Tekfen için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
Tekfen Holding’in üç temel ayağı var. Birincisi taahhüt, amiral gemisi. İkincisi Toros Tarım, üçüncüsü de gayrimenkul geliştirme. Taahhüt tarafında Tekfen, Katar’dan Kazakistan’a uzanan bir coğrafya içinde çalışıyor. Kolay değil bu coğrafyalar. O zor koşullara uyma becerisini kazanmış deneyimli bir kadromuz var. Tekfen, taahhüt alanında bugün bir marka. Bu da Tekfen’in üstünlüğü. Yönetim Kurulunun ortak bir ideali var: yapılan taahhüt işlerinde mühendislik kısmının oransal olarak artması. Tekfen Mühendislik bu açıdan çok değerli. Mühendislik hizmetlerinin tek başına Tekfen markasını taşıyabilir hale gelmesini bekliyoruz. Zor bir hedef, çünkü rekabetin güçlü olduğu bir alan. Ama aynı zamanda Taahhüt Grubu’nun marka olma özelliğini güçlendirecek bir alan. O konuda çalışılıyor.
Toros Tarım, sektörün lideri konumunda. Gübre satarken çiftçiye daha fazla yardımcı olmak yönünde çabaları var. Diğer taraftan tarım, Tekfen’e yabancı bir konu değil. Grubun bundan sonra da önemli gelişme alanlarından biri tarımsal faaliyetler olacak. Şirket içinde, tarımsal faaliyetlerde Tekfen’in daha fazla ağırlık göstermesi konusunda ortak bir akıl oluştuğunu düşünüyorum. Nitekim bu konuda yeni yatırımlar yapıldı. Gayrimenkul geliştirme alanında da yeni projeler var. Ancak sektörün tümünde bir duraklama var. Yeni projelerin geliştirilmesi biraz zaman alacak.
Tabii konuştuğumuz tüm bu faaliyetler aslında dünün faaliyetleri. Bir de geleceğin işlerine bakmak lazım. Teknoloji alanından söz ediyorum. Bilişim teknolojisi, iletişim teknolojisi dediğiniz zaman, hızla büyüyen bir dünyadan söz ediyorsunuz. Orada da Tekfen Ventures şirketini kurduk. Türkiye’de ve dünyada henüz işin başında olan teknoloji girişimlerini takip ediyor yakından. Hem yatırımcı olarak para kazanmak, hem de o dünyayı anlayıp bu tarafa, kendi faaliyetlerimize taşımak gibi bir hedefi var şirketin. Örneğin tarım. Baktığınız zaman Türkiye’de bu alandaki teknoloji uygulamaları son derece yetersiz. Orada yapılabilecek çok şey var. Tekfen Ventures’ın yaptığı çalışmaların tarım alanında değerlendirilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu konuda alınabilecek önemli mesafeler var. Bana göre tarım, Türkiye’nin üç temel meselesinden biri. Diğerleri de enerji ve eğitim.
Bu öncelikler aynı zamanda fırsat alanları olarak da değerlendirilebilir mi?
Elbette. Türkiye’nin yıllık döviz açığına baktığınız zaman yüzde 90’ı enerji açığından oluşuyor. 2002 yılından 2016’ya kadar geçen sürede 500 milyar dolar cari açık vermiş Türkiye. Bunun 450 milyar doları enerji açığı. Enerji açığı, kullandığımız elektrikten, kullandığımız doğalgazdan ve petrolden kaynaklanıyor. Yenilebilir enerjiye ağırlık vermek artık bir devlet politikası haline geldi. Türkiye’nin güneş ve rüzgârı henüz yeterince değerlendirilebilmiş değil. Yenilebilir enerji alanında derinleşmek Tekfen’in hedefleri arasında. Üçüncü mesele olan eğitime yönelik olarak da Tekfen gerek şirketler üzerinden, gerekse Tekfen Vakfı üzerinden ciddi destekler veriyor. Öğrencilere burs veriyor, okullar yapıyor, staj imkânları sağlıyor. Grup içinde hayat boyu öğrenmenin örneklerini yaratıyor. O alandaki boşluğu da sosyal sorumluluk anlayışı içerisinde doldurmaya çalışıyor.
Eğitim demişken, sizin Darüşşafaka için yoğun mesai harcadığınızı biliyoruz. Darüşşafaka hayatınızda önemli bir yere sahip.
Ben Darüşşafaka mezunuyum. 1944’te, Karamürsel’in Fevziye köyünde doğdum, ilkokulu köyde bitirdim. Tesadüfen İstanbul’da Darüşşafaka diye bir okul olduğunu öğrendim. 1955’te sınavına girdim ve kazandım. Sınav günü 7 Eylül’dü. Hatırlarsınız, 6-7 Eylül olayları olmuştu 1955 yılında. Fatih’te sınava gitmek için Eminönü’nden geçtiğimizi hatırlıyorum. Her taraf yağmalanmış, sokaklara eşyalar, kumaşlar dökülmüş saçılmış. Son derece moral bozucu bir şey. Tramvayla Fatih’e okula gittik. Gelemeyenler olduğu için sınav ertelendi, ertesi gün yapıldı. Darüşşafaka’ya girişimle ilgili böyle bir anım var. Benim şansım, cemiyeti yönetenlerin müthiş öngörüsüyle o yıl Darüşşafaka’nın İngilizce eğitime geçmiş olmasıydı. O zamanki yaygın tabiriyle “kolej eğitimi”. 1955’te, hemen hepsi yabancı kökenli olmak üzere, sadece bir elin parmakları kadar okulda İngilizce eğitim veriliyordu. Burada öğrendiğim İngilizce diyebilirim ki hayatımın yönünü değiştirdi. Eğer o İngilizce eğitimini almasaydım, muhtemelen yüksek lisansa da gidemezdim.
Tekfen deyince mühendislik gelir aklıma. Ben de Darüşşafaka’yı bitirdiğimde mühendis olmak istiyordum, fakat olmadı. İktisat Fakültesi’ne gittim. Ama hiçbir zaman pişman olmadım bundan. İktisat Fakültesi’nde de başarılı bir öğrenci oldum. Yüksek öğrenime başlarken yaşadığım bu tecrübe benim hayatımı etkiledi. Hep mühendis olmak isterken iktisata gitmek durumunda kalmamı unutmadım. Bu nedenle insanın her zaman bir “B planı” olması gerektiğine inanırım. Bir hedefiniz olur, ama o olmadığı taktirde başka ne yapmak istiyorsunuz? Onu da kafanızın gerisinde tutarsanız, yeni koşullara adaptasyon daha kolay olur. Nerede olursam olayım, benim hep bir “B planım” oldu. İktisat Fakültesi’ni bitirdikten sonra Maliye Müfettiş Yardımcılığına sınavla girdim, yine zorlu bir sınavı geçerek Maliye Müfettişi oldum. Sonrasını anlatmıştım zaten.
Bildiğimiz kadarıyla Darüşşafaka’nın yönetiminde de bulundunuz uzun yıllar.
Hayatın kendisini bir sosyal sorumluluk projesi olarak kabul ettiğimi söylemiştim. Biz Darüşşafakalılar, zaman geçince bize bu katma değeri sağlayan kurumu unutmayız, geriye döner bakarız. Bizi yetiştiren yuvamız için ne yapabiliriz diye bakarız. Merkez Bankası’ndan ayrıldıktan sonra Darüşşafaka’nın Yönetim Kurulu Üyeliğini yaptım, 1990-95 yılları arasında. Sonra Doğuş’taki yoğun mesaim nedeniyle ayrıldım. 2007 yılında bazı arkadaşlarımla birlikte yeniden Darüşşafaka yönetimine talip olduk. Zorlu bir demokratik mücadeleden sonra seçimi kazandık. Yönetim Kurulu Başkanı oldum. Arkadaşlarımla birlikte aldığımız ilk karar kurumsallaşmaydı. Yönetim Kurulu Başkanının altı yıldan fazla hizmet görmemesi gerektiğini düşündük. Ben de altı yılımı doldurdum ve bıraktım. Sonraki beş yıl boyunca da Yüksek Danışma Kurulu Başkanlığını yaptım. Şimdi sade bir Darüşşafakalı olarak, Darüşşafaka’dan kopmadan ve yine Darüşşafaka’ya katkıda bulunmaya çalışarak bir yaşam sürdürüyorum. Hayatımın yine önemli bir parçasını oluşturuyor Darüşşafaka. Darüşşafaka deyince basketbol takımımızı da anmak isterim. Biliyorsunuz bu yıl EuroCup şampiyonu olduk.
Biraz önce Tekfen için ne anlattıysam kurumsal yönetim anlamında, Darüşşafaka’da da aynı yapıyı kurduk. Orası şimdi kurallara bağlı, saydam, hesap verebilir bir yönetim anlayışıyla yönetiliyor. Bu çok önemli, çünkü bir sivil toplum örgütünün her şeyden önce güven vermesi lazım. Türkiye’de kurumsal derecelendirme notu alan ilk sivil toplum örgütüdür Darüşşafaka. Bizden sonra başka sivil toplum örgütleri de almaya başladı. Orada da bir öncülüğümüz olduğunu söyleyebilirim. Darüşşafaka, bağışlarla ayakta duran bir kurum. Bugün kamuoyu Darüşşafaka’nın misyonuna inanıyor ve yönetimine güveniyor. Aralık ayında Amerika’da Seattle şehrindeyken orada yaşayan bazı Türklerle bir araya geldim. İçlerinden biri Darüşşafaka’ya bağış yapıyormuş. “Niye yapıyorsun?” diye sordum, “Güvendiğim için yapıyorum,” dedi. Bunu sık sık duyuyoruz ve bundan büyük mutluluk duyuyoruz.
Darüşşafaka 155 yıldır kaliteli eğitime erişimde fırsat eşitliğinin öncülüğünü yapıyor. Maddi durumu yetersiz, babası veya annesini kaybetmiş ama yetenekli çocuklara ortaokul ve lise öğrenimleri boyunca İngilizce ve yatılı eğitim veriyor, üniversite öğrenimleri boyunca da verdiği burslarla destek oluyor. Gücünü geleneklerinden alırken, çağdaşlaşmayı gözeten sürekli bir değişim içinde.
insanın her zaman bir “B planı” olması gerektiğine inanırım. Bir hedefiniz olur, ama o olmadığı taktirde başka ne yapmak istiyorsunuz?
Bazı girişimcilik denemelerinden söz etmiştiniz. Bu konuda neler yapıyorsunuz?
Ben hayatım boyunca hep danışmanlık yaptım, yöneticilik yaptım, müfettişlik yaptım. Bir yerde insanlar memur gibi bakıyorlar. Bu da beni biraz rahatsız ediyordu açıkçası. 60 yaşına geldikten sonra, “Ben de taşın altına elimi koyacağım kendime ait işler kuramaz mıyım?” diye düşünmeye başladım. İki ayrı şirket kurduk farklı arkadaşlarla. Bunların birincisi, iki avukat arkadaşımla beraber kurduğum FU Gayrimenkul Danışmanlık şirketi. Bankaların kredi verirken istedikleri ipotekleri onlar adına tapuya kaydettiren bir avukat ağı kurduk 81 ilde. Bütün iletişimini internet üzerinden sürdüren bir şirket. Şirketi büyüttük, kârlı hale getirdik ve sonra bir yatırım fonuna sattık. Ben halen şirketin Yönetim Kurulu Başkanıyım.
Diğer girişimim ise çok farklı bir konuda. Peyzaj mimarı karı koca iki genç arkadaşla birlikte Adapazarı’nda bir fidanlığımız var. Süs ağacı yetiştiriyoruz. Bizim Adapazarı’nda bir köy evimiz vardı. Dolayısıyla şehirle bir bağımız oluşmuştu. Bir yandan da Adapazarı Ticaret Odası’na fahri danışmanlık yapıyordum. Şehirde yeni iş kolları geliştirmek adına kafa yoruyorduk hep beraber. Sonra genç bir vali geldi, Nuri Okutan, 43-44 yaşlarında. Daha sonra Trabzon, Şanlıurfa Valilikleri ve Isparta Milletvekilliği yaptı. O da yeni bir şeyler yapmak istiyordu. Derken parklara dikilen süs ağaçları yetiştirme konusu gündeme geldi Vali Bey’in önderliğinde. İl Özel İdaresi, Adapazarı Şeker Fabrikası’na ait 1.000 dönümlük bir araziyi satın aldı ve yedi ayrı şirkete kiraladı. Bu süreçte ben de projeye know how, teknoloji katacak bir yatırımcı arayışına girdim. Bir arkadaş vasıtasıyla Nesrin Karaoğlu ile karşılaştım. Nesrin Hanım, peyzaj mimarı olarak mezun olduktan sonra fidancılık işini yerinde öğrenmek için Hollanda'da bir şirkete giriyor. Orada sahada çalışıyor ve öğreniyor işi. Ayrılacağı zaman Hollandalı patronu, “Kendi ülkende bu işi yapmak istersen yardımcı olurum,” diyor. Dönüşünde Karaoğlu Peyzaj şirketini kuruyor, şimdi eşi Yasin Otuzoğlu ile birlikte yönetiyor. Bu hikâyeyi öğrenince ilgimi çekti. Hollanda'dan Hans van den Oever'i de çağırdık. Bu sefer, “Sen de aramıza katıl,” dediler. Taahhüt sektörünün önde gelen isimlerinden ve Yüksel Proje’nin büyük ortağı İrfan Karaoğlu da katıldı. Böylece Ada Plant A.Ş. adında, yabancı sermayeli çoklu bir ortaklık oluşturduk. Daha sonra Hollandalı ve İrfan Bey ayrıldılar. Şimdi iki genç dostum ve ortağım ile birlikte 325 dönümlük bir alanda bu işi yapıyoruz.
Avrupa’da bütün parklarda ilkbaharda yemyeşil açan, kışa doğru da yaprağını döken çınar, dişbudak, ıhlamur, akçaağaç gibi süs ağaçları vardır. Bu ağaçların Türkiye’de üretimini biz başlattık dersem yanlış olmaz. Çalışanlarımız Hollanda'da staj gördüler, kendi çapında bir teknoloji transferi de yapmış olduk. Daha önceleri bu ağaçlar dışarıdan ithal ediliyordu. Başlangıçta Adapazarı’nda 1.000 dönümü paylaştığımız şirketlerin hepsi de bu işte bizi takip etti ve ilerledi. Şehirde yepyeni bir işkolu haline geldi. Tabii 8-10 sene beklemeniz gerekiyor fidanları büyütmek için. Çevresi 20 santime gelmeden zor müşteri buluyor. Müşterilerimizin çoğu belediyeler ve emlak geliştirme şirketleri. Uzun soluklu ama ilginç bir iş. Hemen ilave edeyim. FU Gayrimenkul Danışmanlık şirketi de, Ada Plant şirketi de kendi ölçekleri içinde kurumsal yönetim ilkelerini uyguluyorlar.
Bir gününüz nasıl geçiyor?
Ne yapıyorsunuz derseniz, bana bu soruyu soranlara, “Makul bir meşguliyetim var” diyorum. Sabahları işe gitmek için acele etmem gerekmeyen bir hayat. Hava iyi olunca yürüyüş yapıyorum. Mümkün olduğunca aksatmamaya çalışıyorum. Bir de bizim Ankara’da yetişenlerin bir meslek hastalığı vardır. Türkiye meselelerini düşünmeden duramayız. O konuda kendimi canlı tutmaya çalışıyorum. Epey okuyorum. Yerli yabancı basını yakından takip ediyorum. Arada araştırma kitapları okuyorum. Sadece Yönetim Kurullarında değil, özel sohbetlerimizde de fikir danışanlar, soru soranlar oluyor. Kendimi hep hazır tutmaya çalışıyorum. Bunlar dışında Yönetim Kurulu toplantılarına hazırlanıyorum. Özel bir hobim yok. Zamanımın çoğu insanlara yardımcı olmakla geçiyor. Ulaşabildiğim kadarıyla, Darüşşafaka’dan mezun olup üniversitede okuyan çocukların hayata hazırlanmaları yönünde de yardımcı olmaya çalışıyorum. Onlara mentorluk yapıyorum.
Üniversitede ders vermeyi hiç düşünmediniz mi?
Doğrusu ders vermekten kaçındım hep. Çünkü onu tek başına ciddi bir sorumluluk olarak kabul ediyorum. Bir sayfa yazı yazacaksam, 10 sayfa yazı yazacak kadar malzeme biriktirmeden yazamıyorum. Aynı şekilde 45 dakika ders anlatabilmek için onun çok daha fazlasına hazırlanmanız lazım. Bunu, öğrenciye karşı bir sorumluluk olarak görüyorum. Bu yükü taşıyamam diye düşündüm. Yoğun meşguliyetim içinde böyle bir sorumluluğu almaya cesaret edemedim.
Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.