SÖYLEŞİ
CAHİT OKLAP
“36 yılın her anından haz aldım!”
Tekfen Grup Şirketler Başkanı Cahit Oklap, tam 36 yıllık bir Tekfenli. Kendini Tekfen kültürü ile yoğrulmuş bir kuşağın temsilcisi sayıyor. Tekfen’i uzun yıllar üstlenmiş olduğu yurtdışı görevlerinde başarıyla temsil eden Oklap, şirkete yaptığı katkılar kadar Tekfen’in kendi gelişimine yaptığı katkıların da görmezden gelinemeyeceğini söylüyor. “Eğer bir insan 36 yıldır aynı şirkette çalışıyorsa, bunun bir sebebi olmalı” diyen Oklap, aynı cümleyi tersine çevirerek bir de şöyle sorguluyor: “Bir şirket 36 yıldır birine tahammül ediyorsa, bunun da bir sebebi olmalı!”
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
1950 Kosova doğumluyum. Sadece yıl söylüyorum, çünkü 1958 yılında Türkiye’ye göç ettiğimizde nüfus kâğıdıma doğum tarihi olarak sadece 1950 yazılmış. Sonra Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde herkese gün, ay ve yıl şeklinde bir doğum tarihi verilmesi gerekince, nüfus idaresi doğum tarihimi kendiliğinden 1 Temmuz 1950 olarak belirlemiş. Çünkü günü belli olmayanların doğum tarihini ya 1 Ocak yapıyorlar ya da 1 Temmuz. Dolayısıyla benim doğum tarihim resmi kayıtlarda 1 Temmuz 1950 görünüyor, ama gerçekte 11 Aralık 1950’de doğmuşum. Üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğuyum. Annem ev kadınıydı. Babam, ağa çocuğu olarak çok kültürlü ve bilgili, fakat resmi eğitimi olmayan birisiydi. Dört dil konuşur ve yazardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm varlıklarını kaybeden geniş Oklap ailesi, 50’li yıllarda anayurt Türkiye’ye göç etti.
Ben ilkokula, doğduğum Geylan şehrinde başladım. Birinci sınıfı Türkçe olarak orada okudum. Sonra İzmir Eşrefpaşa’ya göç ettik. Tınaztepe İlkokulu’na kaydımı yaptırdılar. Oradaki öğretmenim, öğrettikleriyle daha sonra bütün hayatımı değiştirecek kararları almamda bana yol gösteren rahmetli Nermin Akçiçek’ti. Geylan İlkokulu’nda Kosova Türkçesi ile edindiğim dil bilgimin, ilerideki eğitim hayatımda başarıma engel olmaması için Nermin Hanım’ın önerisiyle birinci sınıfı tekrar okudum. Sonra bir yıl kadar Buca’da yaşadık. Orada da Umurbey İlkokulu’na gittim. İzmir’in efsanevi belediye başkanı Ahmet Piriştina orada okul arkadaşım oldu. Buca’dan sonra yeniden Eşrefpaşa’ya dönünce, Nermin öğretmen beni kendi sınıfına aldı. Onun yönlendirmesiyle girdiğim parasız yatılı sınavını kazanıp ortaokul ve liseyi Denizli Lisesi’nde okudum. 1969 yılında ise ODTÜ’de Kimya Mühendisliği Bölümü’ne girdim. Üçüncü sınıftan itibaren asistanlık yapmaya başladım. 1974 yılında lisans diplomamı aldıktan sonra Endüstri Mühendisliği’nde yüksek lisans yapmaya karar verdim. Eğitimime devam edebilmek için maddi desteğe ihtiyacım vardı. Endüstri Mühendisliği Bölüm Başkanı, daha sonra ODTÜ’nün rektörlüğünü de yapan Prof. Dr. Ömer Saatçioğlu, “Benim asistanım olursun” diyerek bana bu imkânı sağladı. Bu sayede endüstri mühendisliği okudum ve fark dersleri dahil üç dönemde bitirdim.
Endüstri mühendisliğinin Türkiye’de henüz çok yaygın olmadığı yıllardan bahsediyorsunuz.
Bölümün ODTÜ’deki ikinci ya da üçüncü yılıydı. Türkiye’de endüstri mühendisliğinin ilk temsilcilerinden sayılırız. Tezimi askerde yazarım düşüncesiyle 1977 yılında askere gittim. O zamanlar 18 ay olan askerliğimi, Mamak Muhabere Okulu’ndaki dört aylık eğitimden sonra, teğmen olarak terhis olacağım Gaziemir Hava Teknik Okullar Komutanlığı’nda yaptım. Böylece, 1963 yılında Denizli Lisesi’ne gitmek için evden ayrıldıktan sonra, askerlik vesilesiyle yeniden eve dönmüş oldum.
1979 yılında, bana sorarsanız bugün bile örneği olmayan modern bir kamu iktisadi teşekkülü olan Petkim Aliağa Kompleksi’nin Planlama Müdürlüğü’nde işe başladım. Kompleks o dönemde daha yeni yapılıyordu. 13 ana tesis, bir o kadar da yardımcı tesisisin eşzamanlı yapıldığı bir mega projeydi. Önemli müteahhitlerden bir tanesi de Tekfen’di. Tekfen, üretilecek ürünlerin hammaddesi olan naftayı parçalayan tesisi inşa ediyordu. O tesis, kompleksin kalbi sayılır. Petkim’in vermesi gereken malzemelerde gecikmeler söz konusuydu. Eğer o tesis gecikirse, diğer tesislerin çalışması da mümkün değildi. O nedenle bir kriz komitesi kuruldu. O komiteye, daha sonra Tekfen’de aynı gün göreve başlayacağımız Celal Erbil arkadaşımla birlikte atandık. Bize öylesine geniş bir yetki verilmişti ki, örneğin diğer fabrikalar için alınmış bir donanım Nafta Tesisi için de lazımsa, o donanımı alıp Nafta Parçalama Tesisi’ne tahsis etme yetkimiz vardı.
Böyle bir ortamda çalıştık, kaynaştık. 1983 yılında, her ikimize birden yapılan davetle Tekfen’e geldik. İşe alınmamızda, rahmetli Naim Özkazanç ve Şefik Aksoy’un etkisi vardır. Bizi elimizden tutup Tekfen’e getiren kişi ise Osman Kanuni Ağabeyimizdir. Kendisine uzun ömürler diliyorum.
İşe alınmamızda, rahmetli Naim Özkazanç ve Şefik Aksoy’un etkisi vardır. Bizi elimizden tutup Tekfen’e getiren kişi ise Osman Kanuni Ağabeyimizdir. Kendisine uzun ömürler diliyorum.
Siz de Tekfen’in en kıdemli isimlerinden birisiniz.
Tam 36 yıl! 1 Eylül 1983 tarihinde Tekfen’de işe başladım. O sırada Tekfen’in EPC bazında yaptığı Yumurtalık-Kırıkkale Boru Hattı projesinde Celal (Erbil) elektrik mühendisi olarak, ben de planlama mühendisi olarak başladık. Arkadaşlar arasındaki konuşmalardan, hat borularının Yugoslavya’da Ferizovik (Uroşevac/Ferizaj)’da imal edildiğini duyuyordum. Bu kasaba, benim doğduğum yere sadece 30 kilometre mesafede bir yer. Hayat böyle bir şey işte! O zamanlar genel müdürümüz, Allah rahmet eylesin, Ömer Sunman bir gün beni odasına çağırdı. “Senden bir ricamız var. Arkadaşlarımız boru fabrikasını ziyaret edecekler. Sen oraları biliyormuşsun. Çevreyi tanıtma konusunda yardımcı olur musun?” diye sordu. Kendi kendime diyorum ki, “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.” “Tabii, yardımcı olurum,” dedim.
Gideceğimiz yer boru fabrikası. Ama ben boru nasıl imal edilir, hiç bilmiyorum. Aynı ofiste çalıştığım, çok genç yaşta kaybettiğimiz Tekfen’in parlak mühendislerinden rahmetli Hasan Gürtay arkadaşımıza sordum. “Kolay, API standardı var. Sana bir tane fotokopi çekeyim, oku, öğrenirsin,” dedi. Hakikaten verdiği belgeleri okuyarak spiral kaynaklı boru imal sürecini öğrendim. Çevreyi tanıtmak için bir haftalığına gittiğim fabrikada Fatih Işıldar, rahmetli İzzet Melih Güven ve teknisyen Ekrem Odabaş ile 1,5 sene kaldık. Çünkü fabrikayı biz çalıştırdık aslında. Tekfen’den gelen üç mühendis ve bir teknisyen! Fabrika bizden önce su borusu üretmiş sadece. Petrol borusu üretme kabiliyeti var, ama hiç üretmemiş. Üstelik biz gittiğimizde bakım için her şey sökülmüştü. Uğraşa didine bir ay sonra ilk boruyu üretecek hale getirdik.
Bu arada sürekli toplantılar yapıyoruz, İngilizce konuşuyoruz. Ama kendi aralarında Arnavutça ve Sırpça konuşuyorlar. Konuşulanların bir bölümünü anlıyorum, çünkü ilkokuldayken yazları İzmir’de çıraklık yapardım. Eniştemin bir zahireci dükkânı vardı. Arnavutça konuşmayı çok severdi. Müşteri varken söyleyeceği gizli bir şey varsa, Arnavutça söylerdi. Ben de anlamak zorunda kalırdım. Oradan bir şeyler kapmıştım. Bir toplantıda kartımı verdim, karşımdaki kişi bir süre sonra yanındakine, “Bu bizden!” dedi. Çünkü benim soyadım, dedemin köyünün adıdır. İlişkilerimiz böyle bir sıcaklıkla başladı. Biz üç mühendis ve bir teknisyen, o fabrikada 452 kilometre uzunluğunda 24 inçlik boruyu zamanında imal ettirerek Türkiye’ye sevk ettik.
Yumurtalık-Kırıkkale Petrol Boru Hattı, Tekfen’in o zamana kadar yaptığı en önemli işlerden biriydi.
Evet, üstelik EPC bazında yapıldığı için malzemenin tedarik edilmesinde de tüm sorumluluk bizdeydi. Biz Yugoslavya’ya gittikten üç-dört ay sonra BOTAŞ, Tekfen’i bir toplantıya çağırmış. Bana, “Sen de geleceksin,” dediler. Kalktım geldim. Heyette rahmetli Necati Bey de (Akçağlılar) var. Onu ilk defa görüyorum. Tekfen heyetinde projeden sorumlu müdürümüz Samim Anıl, baş hukuk müşavirimiz Ümit Özülkü ve zannediyorum Ahmet İpekçi de vardı. Boru fabrikasından müdürleri de aldık, toplantıya katıldık. Bir süre sonra BOTAŞ’ın o zamanki genel müdürü Yavuz Uzman bana döndü ve “Cahit Bey, bu borular zamanında gelebilecek mi?” diye sordu. Böyle bir sorunun sorumluğunu, Necati Bey’in de olduğu bir toplantıda almak zordu ama tereddüt de edemezdik. “Biz işin takipçisiyiz, merak etmeyin efendim,” dedim. Sonradan hakikaten işler düzgün ilerledi. Tüm boruları, projenin zamanında tamamlanmasını sağlayacak şekilde sevk ettik. Ben de bu vesileyle Türkiye’ye Kiril alfabesiyle okuyabilecek düzeyde Sırpça, konuşup okuyabilecek kadar da Arnavutça öğrenerek döndüm.
Tekfen’deki iş kültürünü anlatmak için bundan daha iyi bir örnek olmaz herhalde.
Bence de! Şirkete girdiğimin daha 5 veya 6’ncı ayında, patronların da olduğu bir toplantıda büyük bir sorumluluk aldım ve gereğini arkadaşlarımla birlikte yaptım.
Sonra kariyerinizde İtalya dönemi var. Yugoslavya’dan İtalya’ya geçiş nasıl oldu?
Yumurtalık-Kırıkkale Boru Hattı bitince, İkinci Irak-Türkiye Boru Hattı’nı aldık. Zor bir projeydi. Üstelik o sırada İran-Irak Savaşı vardı. O proje vesilesiyle Tekfen’de en fazla mesai yaptığım ve feyz aldığım kişilerden biri olan Turgut Öğmen’le çalışma imkânı buldum. Projenin koordinatörü ise Murat Gigin’di. Proje İtalyanlarla birlikte yapıldığından, Milano’da Tekfen’i temsil edecek bir ekip olması gerekiyordu. Turgut Bey ile birlikte projede Tekfen’in temsilcileri olarak Milano’da ortağımız Saipem’in ofisinde çalışmaya başladık. Eşim Alev, Yugoslavya’dan sonra İtalya’ya gidişimin uzun ayrılıklar döneminin başlangıcı olduğunu sezdiği için 6 ay sonra işinden istifa etti ve o zaman 5 yaşında olan oğlumuz Sarp’ı da alarak Milano’ya geldi. Zor ve ortaklı bir proje olduğu için mutlaka her gün Murat Bey’le faksla yazışıyorduk. Boru hattı bittikten sonra 1988 yılında Türkiye’ye döndük. Döndüğümüzde Alev de Tekfen’e girdi. O da ODTÜ işletme mezunudur. Tanışmamız ODTÜ’den. Alev, Tekfen’de Primavera ile iş programı yapılmasını başlatan kişidir diyebilirim. 16 yıl Tekfen’de çalıştıktan sonra ayrıldı.
O dönemde iki-üç yıl İstanbul’da kaldım. O sırada yine kendisinden feyz aldığım rahmetli Günay Ünlüsoy’la çalıştım. Irak-Türkiye Boru Hattı’nın bitmesine yakın, yine bir İtalyan ortakla Tarsus-Adana-Gaziantep (TAG) Otoyolu projesi başladı. Proje için kullanmamız gereken yüklü bir ihracat kredisi vardı. 1990 yılının Eylül ayında, bu krediyi kullanarak projeye malzeme ve ekipman satın alması yapmak üzere eşimle birlikte yeniden Milano’ya gittik. İki etapta, önce 150 milyon dolarlık, sonra 120 milyon dolarlık ihracat kredisi kullanarak Tekfen adına satın almalar yaptık. Belirli bir itibar elde ettik. O yıllarda Tekfen, İtalya’da teminat mektubu vermeden 120 gün vadeli açık hesapla satın alma yapabilen bir şirket haline geldi. Ben, hep bilmediğim işleri öğrenerek yapan biri oldum Tekfen’de. Boru imalatı bilmiyordum, öğrendim. Hayatımda gömleğini bile kendisi alamayan biri iken vinç, kamyon, asfalt serme makinesi gibi ekipmanı almayı öğrendim. Satın almada nelere bakılması gerektiğini, nasıl müzakere edilmesi gerektiğini ustalara bakarak öğrenmeye çalıştım.
İtalya’dan sonra da Almanya faslı başladı sanıyorum.
1992 yılı ortalarında Tekfen, Necati Bey’in şahsında, Feyyaz ve Nihat Beylerin de olumlu bakışıyla, “İki Almanya’nın birleşmesinden doğan imkânları nasıl kullanabiliriz? Avrupa Birliği’nde Tekfen olarak yer alabilir miyiz?” düşüncesiyle Almanya’da bir şirket satın almak için araştırmalar yapmaya başladı. Bu şirket vasıtasıyla gerek Almanya’da, gerekse Almanya’nın nüfuz edeceği ülkelerde taahhüt projelerine girilmesi planlanıyordu. Bu kapsamda Necati Bey’in başkanlığında, 1992 yılının Kasım ayında 10’u aşkın arkadaşımızın katıldığı bir geziyle HMB’yi (Hallesche Mitteldeutsche Bau) ziyaret ettik. Şirketi inceledikten sonra patronlar bu grubu bünyemize katmaya karar verdiler.
İlk baştaki düşünceye göre HMB’nin mevcut yönetimi kalacak, Tekfen’den gidecek iki-üç arkadaşımız da onları denetleyecekti. Ancak daha sonra bunun böyle yürümeyeceği anlaşıldı. Bunun üzerine, “Biz kendi yönetimimizi kendimiz kuralım,” şeklinde bir karar verildi. Ayrıca yeterince öngöremediğimiz bazı zorluklar baş gösterdi. Dil, bunlardan bir tanesiydi. HMB’de görev alan arkadaşlarımızın içerisinde Almanca bilen, Alman Lisesi mezunu Dr. Ahmet İpekçi’den başkası yoktu. HMB’nin seçilmesinin bir nedeni de, Rusya Çernoreçe’de Almanlar tarafından finanse edilen 1.920 konutluk uydu kent projesinin mutlaka bir Alman şirketi ile ortaklık halinde yapılması zorunluluğuydu. Projeyi Tekfen-HMB Ortak Girişimi yapacaktı. Ama arkadaşlarımız işin kapsamını ayrıntılı bir şekilde inceleyince, HMB’nin elde edeceği gelir ile taşeronlara ödenecek paraların daha kâğıt üzerinde ekside olduğunu görmüşler. Dolayısıyla taşeron anlaşmalarının yeniden müzakere edilmesi gerekliliği ortaya çıkmış. Ben İtalya’dayken bir gün Murat Gigin aradı ve “Bir haftalığına Mehmet Kösebay’la müzakereleri birlikte yapın,” dedi. Böylece, benim gibi Almanca bilmeyen Mehmet Kösebay ile ikimiz, daha önceki HMB yönetiminin imzaladığı Almanca anlaşmaları yeniden müzakere etmeye başladık. Gerçekten de bir haftada işi bitirdik. Şunu söyleyebilirim, çok ciddi tasarruf elde ettik. Kâğıttaki zarar, kâra geçti. Bunun üzerine Murat Gigin, “Sen Almanya’da kal, Milano’daki işleri Alev yapar,” dedi. Böylece ne olduğunu anlamadan kendimi HMB’de buldum.
Hayatınızda bu “bir hafta”lar sonra hep senelere dönüşmüş.
Gerçekten de öyle oldu. Ben, HMB’nin satın almadan sorumlu imza yetkilisi oldum. HMB’nin karışık bir yapılanması vardı. Öyle ki, şirketi satın aldıktan sonra aslında bir holdingi satın aldığımızı anladık. HMB ile birlikte şirketin 5 şubesi, 5 şubenin 5 tane alt şubesi ve 3 tane de limited şirketi paket olarak gelmişti. Öyle ki, HMB’nin 4.700 kişilik mevcudu, o sırada Tekfen’in mevcudundan fazlaydı. Tüm birimler özerkti. Bazen kendi aralarında aynı iş için rekabet bile edebiliyorlardı. Buna nasıl müdahale edebiliriz diye düşündük. Murat Bey bir genelge yayınladı. “10.000 markın üzerindeki hiçbir işlem Cahit Oklap’ın imzası olmaksızın yapılamaz,” dedi. Böylece özerk yapılar özerkliklerini kaybettiler.
HMB ile Almanya’da sayısız iş yaptık. Mesela yaptığımız işlerden bir tanesi, Federal Almanya Şansölyesi Bayan Merkel’in ofisi olan kompleks. Bir tanesi Berlin’deki Federal Almanya Parlamentosu Reichstag’ın altından geçen demiryolu ve metro istasyonunun yer aldığı 500 metrelik tünel. O tünel Spree Nehri’nin yatağı değiştirilerek yapılmış, sonra eski haline getirilmiştir. Bir diğeri de Birleşik Almanya’nın en yeni rafinerisi olan Leuna 2000 Rafinerisi. HMB, potansiyeli olan bir şirketti, fakat bir süre sonra yabancı bir şirket olarak Almanya’da verimli bir çalışma ortamının olmadığını tespit ettik. O nedenle de HMB’yi konvansiyonel müteahhit olmaktan çıkartıp, Tekfen’in dahil olduğu projelere satın alma ve tedarik hizmeti veren, bunun için gerekiyorsa Alman kimliğini kullanarak ihracat kredisi kullandıran bir şirkete dönüştürdük. Şirketi kademeli olarak küçülttük ve yönetimini tek kişiye indirdik. O günden beri de yöneticisi benim.
Bu arada Almancayı da söktünüz galiba.
Söktüm. Tekfen’de çalışarak önce “ODTÜ İngilizcemi” İngilizce haline getirdim, İtalyanca öğrendim, ardından Almanca öğrendim. Arnavutça ve Sırpçayı da öğrenmiştim ama kullanmadığım için biraz geriledi. Donanım açısından da kazanımlarım oldu. Öğrenmeye meraklıyım. Çabuk da öğreniyorum. Benimle aynı yaşta olanların iş anlayışları, aslında bizim “Tekfen kültürü” derken kastettiğimiz şeyin örneği diyebilirim. İşimiz nerede olmamızı, hangi işi yapmamızı gerektiriyorsa, onu yapıyoruz. Konuyu bilmiyorsak öğreniyoruz. TAG Otoyolu için İtalya’da olduğum bir gün Murat Bey’den telefon aldım. “Aramco’dan ilk defa iş aldık. Ben seni oraya proje müdür vekili olarak tayin ettim,” dedi. “Murat Bey, tamam da burada devam eden bir iş var,” dedim. O da, “Alev yapar!” dedi. “Başka birini bulamadığınızı anlıyorum o zaman,” dedim. Mealen, “Bizim şirketimizin sana veya herhangi birimize şurada ihtiyacı olduğu zaman oraya gitmek gerektiğini, sana bu görevi tebliğ ederek göstermek istiyorum,” dedi.
Bir başka örnek olarak, Almanya’da HMB’nin başındayken Kazakistan’da dörtlü bir grup olarak işler aldığımızı, işverenin de büyük petrol şirketlerinden oluşan bir konsorsiyum olduğunu duymuştum. O projede, kabullerden kaynaklanan bazı tahsilat güçlüklerimizin olduğunu da işitmiştim. İstanbul’a geldiğimde, kendisinden çok şeyler öğrendiğimiz Erhan Bey (Öner) çağırdı, “Bu konuyla ilgilenmeni istiyorum,” dedi. O zamana kadar projede ne olup bittiğini hiç bilmiyordum, ama bunların hepsi öğrenilebilirdi. Öğrendim de. İşveren tarafının yönetimi Londra’daydı. Bir ayağım Londra’da, bir ayağım Kazakistan’da sürekli gidip geliyordum. Birikmiş bütün alacaklarımızı zaman içerisinde tahsil ettik. Ama bunu yapabilmek için başınızın önde eğik olmaması lazım. Dün verdiğiniz sözün, bugün muhatabınızla müzakere ederken yerine getirilmiş olması lazım. Eğer Kazakistan’da bu söylediklerimi yapabildiysek, proje müdürü olarak orada bulunan Mustafa Kopuz ve daha sonra onun yerini alan Serhat Pütürgeli’nin idare nezdindeki itibarları sayesinde yapabildik. Tekfen kültürünün bir başka tezahürü de söylediğini yapmak, vaat ettiğini yapmak, üstlendiğini yerine getirmektir. Gerçekten de bu paha biçilmez bir itibar. Özellikle yurtdışındaki muhataplarımızla konuştuğumuzda, bunun ne kadar önemli olduğunu görebiliyoruz. Kazakistan’daki işlerimizi, daha sonraki işlere baz olabilecek şekilde tamamladık. Bugün, daha önce hiç bulunmadığımız Tengiz sahasında 700 küsur milyon dolarlık işi olan bir şirket durumundayız. Kazakistan’ın başka bölgelerinde de projeler çıkıyor. Oralarda da mutlaka var olacağız.
Tekfen kültürünün bir başka tezahürü de söylediğini yapmak, vaat ettiğini yapmak, üstlendiğini yerine getirmektir. Gerçekten de bu paha biçilmez bir itibar.
İş hayatınızın büyük kısmı yurtdışında geçmiş. Bu durum hayatınızı nasıl etkiledi?
Tekfen gibi geniş bir coğrafyada iş yapan ve uluslararası ilişkileri olan bir şirkette çalışıyorsanız bu kaçınılmaz. Ama Toros vesilesiyle Türkiye’de de ilgilendiğim projeler oldu. Kazakistan’da çalışırken bir gün Ülkü Bey (Tatlıdil), Toros Tarım’ın Samsun’da yapacağı sülfürik asit yatırımından söz etti. Bir İtalyan firmasıyla tesisi müzakere ettiklerini söyledi. O İtalyan firması Kazakistan’da da bir sülfürik asit fabrikası kuruyormuş, onu ziyaret etmemi istedi. Serhat Bey (Pütürgeli) ile gittik, ardından raporumuzu yazdık. Latince ünlü bir özdeyiş vardır, “Verbi volant, scripti manent” diye. Anlamı, “Söz uçar, yazı kalır.” Buna inanan bir kişi olarak, işimle ilgili yaptığım görüşmeleri mutlaka bilgi notu olarak yazar ve ilgililere dağıtırım. Dolayısıyla gözlemlerimi bir rapor halinde yazıp bazı önerilerde bulundum. Proje başladı. Ben de buralardayım. Bir gün Erhan Bey çağırdı ve “Bu projeye sen bak,” dedi. O dönemde Toros’un başında Esin Hanım (Mete) vardı. Bizim kültürümüzde bir aile anlayışı da var. Bir aileyiz biz. En çok da kardeşler kavga eder. Aslında kavga değil, münakaşa ederler diyelim. Bizde de öyledir. O projede çalışırken ben Esin Hanım’ı, Esin Hanım da beni tanıdı. Zaman zaman münakaşa ettik, ama Esin Hanım da ben de biliyorduk ki ikimiz de doğru bildiğimiz şeyi söylüyoruz. Ayrıntılarda fikirlerimiz farklı veya zıt bile olsa ortak bir noktamız var: Bu tesis zamanında yapılacak!
Proje sülfürik asit diye başladı, arkasından fosforik asit ilave edildi. Bu işin de aynı İtalyan firması ile yapılması gerekiyordu. Projeyi HMB üzerinden yürütürsek işler ev içerisinde kalır diye düşündük. Dolayısıyla fosforik asit ve NPK tesisinin yenilemesi işi HMB’nin üstlendiği bir proje haline dönüştü ve HMB de Toros’a Alman-İtalyan kredisi kullandırdı. Proje, taahhüt şirketlerimizin hemen hepsinin çorbada tuzunun olduğu bir iş haline geldi. Tekfen Mühendislik, projenin detay mühendisliğini yaptı; Tekfen İmalat, fabrikanın pek çok ekipmanını imal etti; Tekfen İnşaat, amiral gemisi olarak bizzat işi yaptı; HMB ise kredi getirdi. Benim de Tekfen İnşaat Genel Müdür Yardımcısı şapkamın yanında HMB’nin de Genel Müdürü olmam nedeniyle projeye katkılarım oldu. Tesadüfe bakın ki, öğrencilik yıllarımda tez konum da “Türkiye Gübre Sanayisinde Yatırım Planlaması” idi! Rahmetle anayım, tez hocam Prof. Dr. Merih Celasun’du. Esin Hanım’la tatlı münakaşalarımız tuzu biberi oldu o işin. Proje başarıyla bitti. Beni mutlu eden işlerden biridir. Toros, öyle bir yatırımın meyvelerini topluyor bugün.
Geride kalan onca yıla rağmen, işinize duyduğunuz bu heyecanı nasıl diri tutabiliyorsunuz?
Buradaki pek çok arkadaşımın da söylediği gibi, bilmediğimiz alanlarda bir şeyler yapmak hoşumuza gidiyor muhtemelen. Bizim için yeni bir alanda, yeni bir iş olanağı çıktığında çok heyecanlanıyoruz. Bu heyecan yoksa, yaşınızın kaç olduğunun hiçbir önemi yok. Bu heyecanı duyuyorsanız, bir şey ortaya çıkabilir. Biz, kaynakları kıt olan bir ülkeyiz. En zengin ülkede bile kaynaklar kıttır. Bizimkisi gerçekten kıt. Başkalarından daha fazla çalışmaktan başka bir sermayemiz yok. Bizim işlerimizin jeopolitik meselelerden etkilenmesi de düşünüldüğünde, ne kadar zor süreçlerle karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılır. O yüzden herkesten daha fazla çalışarak ve herkesten daha iyi yaparak öne geçebiliriz. Ancak o şekilde varlığımızı ve büyümemizi sürdürebiliriz.
Bir başka şey daha var. Biz Tekfen olarak, küçülmekte olan bir ekonomide büyüme iştahı, hedefleri olan ve bunu da gerçekleştirebilme imkânları olan bir grubuz. O yüzden işimiz daha da zor, ama biz de zor işlerin insanları olduğumuzu iddia ediyoruz. Bu nedenle zaman diye bir kavramı unutuyoruz. Belirli bir yaşa gelmiş insanların bir gün Katar’da, ertesi gün Suudi Arabistan’da, ertesi gün Belgrad’da, sonra da İstanbul’da ve uçaktan indikten hemen sonra bir toplantıda olması ancak bununla izah edilebilir. Bizim en büyük özelliğimiz bu olsa gerek. Böyle olduğu için de üstlenebildiğimiz her işi tamamlayabiliyoruz.
“Küçülen bir ekonomide büyümeyi hedefleyen bir şirket” olarak Tekfen’in önünde nasıl bir senaryo var? Yeni dönemdeki hedefleri neler?
Faaliyetlerimizin yoğunlaştığı alanların azlığı, uzun vadede bir risk olarak görülebilir. Biz taahhüt sektöründe varız ve önemli bir oyuncuyuz. Tarım sektöründe, kimyevi gübre üretiminde de önemli bir oyuncuyuz. Gayrimenkul sektöründe büyüme arzumuz vardı, ama bu dönemde zor. Şimdi, bahsettiğimiz iki ana işkolunda ve bunlara yakın sektörlerde faaliyet alanımızı genişletme çabamız var. Kimyevi gübre üretiminde lideriz. Organomineral gübre üretiminde de lider olma hedefimiz var. Bunun için ciddi adımlar atıyoruz. Bir tanesi de, 13 Mayıs’ta Gönen Enerji ile imzaladığımız anlaşma. Biyo-atıklardan enerji ve organik gübre üreten bir tesis. Bu tesisle ürün gamımızı organominerale yayma hedefimiz var. Ayrıca doğrudan tarımsal üretimde büyüme hedefimiz var. Adana’daki Agripark’ta ve Nevşehir’de yumru patates üretimi ile başlayan ve tohumculukla gelişen, şimdi giderek meyve, sebze ve kabuklu yemiş yetiştiriciliğini gündemine alan bir şirketiz. Bu çabayı sadece kendi üretimimiz olarak görmemek lazım. Aynı zamanda başkalarının ürettiği ürünleri pazarlamak veya başkalarına kontrollü üretim yaptırarak üretim kapasitemizi artırmak gibi bir çabamız var.
Asıl hedef katma değer yaratmak ve ihracatçı olmak, öyle değil mi?
Evet. Geçen yıl bünyemize kattığımız ve şimdi tamamı bize ait olan Alanar ile bazı meyvelerde bir numaralı ihracatçıyız. Kimi mevsimsel meyvelerin üretimini arka arkaya gelecek şekilde başka ülkelere de yayarak, 12 ay boyunca bunları pazara sunabilecek imkânları yaratmaya çalışıyoruz. Toros tarafında üç tane kimyevi gübre üreten tesisimiz var. Kimya ve petrokimya sektörlerinde o tesisleri tasarlayan, onlara makine-ekipman imal ve tedarik eden, tesislerin inşaat ve montajını yapan ve HMB’nin organize edebileceği finansman olanaklarını kullanarak yatırımcı ve üretici olma imkânı yaratma yönünde arayışlarımız var. Bu bağlamda Azerbaycan’da üre ve amonyak üretecek bir tesisin fizibilitesini çalışmak ve eğer yapılabilir görürsek, SOCAR’la bu yönde ortak bir girişimde bulunmak üzere attığımız adımlar var. Geçtiğimiz günlerde bu yönde bir mutabakat zaptı imzaladık. Tüm bunlara ek olarak, şirketlerimizin yetkinliklerini geliştirerek, üstlenebilecekleri işlerin çeşitliliğini artırmak istiyoruz. Örneğin Tekfen Mühendislik’in proses mühendisliği de yapabilme yeteneğini geliştirmeye çalışıyoruz. Ceyhan’daki boru ve çelik konstrüksiyon atölyemizin hem robotlarla kapasitesini artırma, hem de yeni ekleyeceğimiz bazı makine ve ekipmanlarla işleyebileceği çelik ve boruların çeşitliliğini artırmaya yönelik yatırımlarımız var. Özellikle yenilenebilir enerji sektörüne ilgimiz var. Yukarıda bahsettiğim Gönen’deki tesis, bu ilginin küçük bir örneği.
Bilmediğimiz alanlarda bir şeyler yapmak hoşumuza gidiyor muhtemelen. Bizim için yeni bir alanda, yeni bir iş olanağı çıktığında çok heyecanlanıyoruz. Bu heyecan yoksa, yaşınızın kaç olduğunun hiçbir önemi yok. Bu heyecanı duyuyorsanız, bir şey ortaya çıkabilir.
Bu değişim sürecinde Tekfen çalışanlarına nasıl bir mesaj vermek istersiniz? Onlara özel tavsiyeleriniz var mı?
Çeşitli vesilelerle yaptığımız toplantılarda Tekfen olarak değerlerimizden bahsediyoruz. Bu değerlerimiz, bizim ayırt edici özelliklerimiz. Biz, verdiği sözü tutan, ancak yapabileceği şeyler için söz veren, işini zamanında ve doğru yapan, adil, hakkaniyetli ve bütün bunları bir kelimede özetleyecek olursak, itibarına düşkün bir şirketiz. Bütün çalışma arkadaşlarımızın da buna önem verdiğini ve bu yönde büyük bir özveriyle çalıştığını biliyoruz. 19 Mayıs vesilesiyle yayınladığımız filmde, arkadaşlarımızın ancak içten gelirse söylenebilecek, ancak içselleştirilmişse verilebilecek mesajları da bunun göstergesi. Sonuçta hepimiz geçimimizi sağlamak için çalışıyoruz. Aldığımız ücretle geçiniyoruz ama konu bu değil sadece. Geçim için yaptığımız işi haz alarak, doğru ve farklı yaptığımız zaman ilerleme sağlıyoruz. Önemli olan bunun muhafaza edilmesi ve geliştirilmesi.
Holding Yönetim Kurulumuz tarafından benimsenen yeni bir anlayış var. Holdingimizin şirketlerle ilişkilerindeki rolü, artık sadece stratejik mimarlıkla sınırlı olmalı. Bunun anlamı şu… Holdingde görev alan bizlerin görevi, herhangi bir şirketimizin işini yönetmek olmamalı. Biz sadece herhangi bir şirketimizin nerede çalışabileceği, nasıl çalışabileceği, kimlerle çalışabileceği konusunda yönlendirmelerde bulunabilir ve bunun mimarlığını yapabiliriz. Şirketlerin yöneticileri ise bu çerçevede kendi faaliyetlerini kendileri planlayacaklar, kendileri icra edecekler ve yaptıkları faaliyetlerin sonuçlarından sorumlu olacaklar. Bu yola girmemizin önemli ve geçerli bir sebebi var. Holdingimizin iki ana sektörü yapı olarak da, kapsam olarak da birbirinden çok farklı. Toros’u ele alalım. İkisi Akdeniz kıyısında, biri Karadeniz kıyısında, üç sabit tesis ile üretim yapıyor. Üretim yapabilmek için hammadde alıyor, bu hammaddeleri tesislerinde işliyor. Ürün haline getiriyor ve sonra bunları bayi ağına, depolarına sevk ediyor. Yani kendisini sürekli tekrar eden bir iş yapıyor. Oysa Taahhüt Grubu’na baktığımızda bugün Bahreyn’deki bir petrokimya tesisi için, yarın Katar’daki bir asma köprü işi için, ertesi gün de Gürcistan’daki bir yeraltı gaz depolama tesisi için teklif veriyor. Hepsinin teknolojisi farklı, uzmanlıkları farklı, gereklilikleri farklı. Dolayısıyla, istesek de bunları bir merkezden yönetemeyiz. Ama Taahhüt Grubu’na, “Şu ülkeye gitme veya şu ülkeye git çalış” diyebiliriz. Daha ötesini o bilir. “X” firmasıyla çalış veya çalışma diyebiliriz, ama “X” firmasıyla nasıl çalışacağını tarif edemeyiz. Bütün bunları yaparken üstesinden gelmemiz gereken bir şey var: Egomuz! Bunun kolektif bir çaba olduğunu bilmemiz lazım. Hani bir slogan var ya, “Sen yoksan bir eksiğiz” diye. Gerçekten de birimiz yoksak eksiğiz. Ortaya çıkan sonucun hepimizin ürünü olması lazım.
Tekfen’de yerleşik bir şirket kültürünün olmasının ve bu kültürün kökeninde de güçlü etik değerlerin yer almasının Grup için önemli bir avantaj olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette. Eskiden bir söz vardı, “Japonlar emekli olurken yanında sandalyesini de götürür,” diye. Çünkü o kadar şirketlerine bağlılar ki! Geçtiğimiz Mayıs ayında 10, 20, 30 ve 40. yıl Kıdem Ödül Törenleri yapıldı. Eğer bir insan 36 yıl aynı şirkette çalışıyorsa, bunun bir sebebi olmalı. Bunun sebebi rahatlık olamaz. Çünkü ne kadar rahat olursa olsun, bir insanı 36 yıl boyunca aynı yerde oturtamazsınız. Bunun sebebi, yaptıkları işten, çalıştıkları ortamdan memnun olmaları, haz almaları. İyi bir şey yaptığı zaman sırtının sıvazlanması, değerinin görüldüğünü düşünmesi. Kaybetmememiz gereken şeylerden bir tanesi de bu. “Balık bilmezse halik bilir” derler ya, biz bunu “Balık bilmezse Tekfen bilir!” şeklinde söyleyebiliriz. Tekfen dediğimiz, bizleriz. Dün bir başkasıydı, bugün benim, yarın bir başkası olacak. Dolayısıyla “Tekfen katkı yapanın kadrini bilir” duygusunu her zaman hissettirmemiz lazım. Buna aykırı davranıyorsak da hemen düzeltmemiz lazım.
36 yılı örnek verirken, kendinizden bahsediyorsunuz. Kolay geçen bir 36 yıl olmadı, değil mi?
Elbette kolay olmadı, aile hayatımızda büyük fedakârlık yapmamızı gerektirdi. Eşim ve çocuklarım, hep ayrılıklarla geçen çalışma hayatıma tahammül ettiler. Ben yaptığım her işten haz aldım. Konuşmanın başında da söyledim... Nerede gerekiyorsa orada olmak! Şimdi düşünebiliyor musunuz, şurada Tekfen’in bir borusu akıtıyor ve size “Hallet!” diyorlar. Ben de gidip sırtımı dayıyorum, su kesiliyor. Sorunu çözdüm. Bana verilebilecek başka bir ödül yok ki! Kendi kendime, “Bir sorun vardı, başka türlü yapamazdım, gittim sırtımı dayadım,” diyorum. Bunun manevi bir yanı var. 36 yıl bu bakışla çalıştım. Herkesi tenzih ederek söylüyorum, insanları iki türlü tasnif ediyorum. Bir “genç yaşlılar” var, bir de “yaşlı gençler”. Genç yaşlının kendisine dikkat etmesi lazım, yaşlılığı çok kötü olur. Ama yaşlı gençler öyle değil. Adam hâlâ genç. Nüfus kâğıdı yaşlanmış, adam ne yapsın! Bizim şirketimizde, gençliği de gençlikte, yaşlılığı da gençlikte olan kuşaklar var. Aksi takdirde bir şirket 36 yıl birisine tahammül etmez zaten.
Bu kültürün oluşmasında herhalde en büyük pay kurucu ortakların olmalı.
Kurucu ortakların ebediyete intikal etmiş olanlarını minnetle anmamız lazım. Allah uzun ömür versin, Nihat Bey’in (Gökyiğit) yanında biz çocuğuz. 5-6 saat Yönetim Kurulu’nda oturup, tartışmaları izleyip, en can alıcı yerlerde gerekli katkıları yaptığı için teşekkürlerimizi sunmalı ve sağlık dileklerimizi iletmeliyiz. Eksik bırakacağımdan korktuğum için adlarını anamıyorum, ama beni geliştiren, bana nasıl iş yapılacağını öğreten, öğrenmeme vesile olan herkese teşekkür borcum var. Dediğim gibi eksik bırakırım diye korktuğumdan isimlerini sayamıyorum. Artık aramızda olmayanları sayayım sadece: Necati Bey’in (Akçağlılar), Feyyaz Bey’in (Berker), Naim Bey’in (Özkazanç), Günay Bey’in (Ünlüsoy), Necdet Bey’in (Bozdoğan) ve Ömer Bey’in (Sunman) hepimizde emeği var. Necati Bey demişken, hemen bir anekdot paylaşayım. TAG Otoyolu için ilk ihracat kredisi 150 milyon dolardı. Para bitmeye yakın, İtalyan ortağımızla konuşurken sözleşmenin bir maddesine, “Gerekirse tekrar alabiliriz,” diye bir ifade eklemiştim. Sonra bunu Necati Bey’e söyledim. “Niye yaptın? Şimdi laf olmasın!” dedi. Bu kadar, serzeniş bile değil! Sonra o krediyi de kullandık. Necati Bey, “İyi ki yazmışsın,” dedi.
Biraz da iş dışındaki Cahit Oklap’ı tanıyabilir miyiz?
1981 doğumlu Sarp ve 1988 doğumlu Ekin’in babasıyım. Dede de oldum bir ay kadar önce. Oğlum Sarp, Michigan Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği okudu ve Milano Bocconi Üniversitesi’nde MBA yaptı, Alev ile birlikte çalışıyor. Kızım Ekin, Cambridge’te tarih okudu, University of London School of Oriental and African Studies’te master yaptı. Şimdi Londra’da bir telif hakları ajansında çalışıyor. Yardımcı iş olarak Türkçeden İngilizceye çeviri yapıyor. Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık” ve “Kırmızı Saçlı Kadın” romanlarını İngilizceye o çevirdi. İtalyancadan İngilizceye çevirileri de var. Ben, müzikten hoşlanıyorum. Türk sanat ve halk müziği söylerim. Özellikle halk müziğini sadece sazla değil, başka enstrümanlarla da icra eden Cengiz Özkan, Erdal Erzincan, Erkan Oğur, İsmail Hakkı Demircioğlu gibi ustaların türkülerine bayılıyorum. Ama hiç becerim olmadığı için maalesef enstrüman çalamıyorum.
Sadece dost meclislerinde mi şarkı söylüyorsunuz?
Evet, aile içinde veya arkadaşlarla beraber. Şantiyeler, eğer iradenize sahip çıkmazsanız insanı içkiye veya boş vakitlerde aylaklık etmeye sevk edebilir. O nedenle mümkün olduğunca sosyalleşmeniz lazım. Kazakistan’da arkadaşlarla her akşam yemek yerken şarkı söylemek gibi bir alışkanlık edinmiştik. Yetenekli bir arkadaşımız vardı, Yener Aydın. Her türlü enstrümanı çalardı. O çalar, hep beraber söylerdik, ama başlatan hep ben olurdum. Yollarda ve şantiyelerde çok fazla zaman geçirmenin bana bir kazancı da okuma alışkanlığı oldu. Alev, “Madem bu kadar çok okuyorsun, bari okudukların hakkında bir şeyler yaz da biz de yararlanalım,” diyordu. Böylece okuduğum kitaplar hakkında değiniler yazmaya başladım. En fazla 400 kelimelik. Şu anda 189 kişilik bir okuyucu kitlem var. Okurken bir yandan notlar almak zorundayım. Bir bakıyorum, üç tane kitap okumuşum ve hâlâ bir şey yazamamışım. Bir görev gibi oldu benim için, ama çok hoşuma gittiğini de söyleyeyim. Şimdi önüme hangi metin gelse, rahmetli Hakkı Devrim gibi düzeltmeden bırakamıyorum. Huysuz bir ihtiyar gibi görünmek istemiyorum ama düzeltirken, “Doğrusunu öğrensinler!” diye düşünüyorum.
Ne okuyacağınıza nasıl karar veriyorsunuz?
Daha çok inceleme, biyografi ve roman okuyorum. Siyasi içerikli kitaplar da ilgimi çekiyor. Edebi tür olarak özel bir tercihim yok. Okuma listemi yaparken belirlediğim bazı kişilerin önerilerini dikkate alıyorum. Geçenlerde bir arkadaşım sordu, “Yugoslavya’da doğduğun halde nasıl oluyor da benden daha iyi Türkçe biliyorsun?” diye. Benim annem Türkçeden başka bir şey konuşmazdı ki! Sırpça bilirdi, ama inadına konuşmazdı. Bizim evde, çekirdek ailemde, amcamların evinde de hep Türkçe konuşulurdu. Bu benim ailem için de geçerli. Kızım, hiç Türkçe okumadı. O yüzden çevirilerini gururla gösteriyorum. Orhan Pamuk’un kitabı, hiç Türkçe eğitim almamış bir kişinin Türkçeden İngilizceye çevirisidir. Onun da, oğlumun da aksanı yok. Sanki burada büyümüşler gibi. Bu da dilimize, Türkçeye önem verenler olarak beni ve eşimi mutlu ediyor.
Bu güzel sohbet için size çok teşekkür ediyor, yeni görevinizde başarılar dliyoruz.
Bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.